Site açılış tarihi: 27 kasım 2012
Geçen ayki Günlük ort. ziyaret: .. 174
Ay içinde en yüksek ziy sayısı: .242
Geçen ayki ziyaretçi sayısı: . 5234 (Mayıs 2023)
Toplam ziyaretçi sayısı: 852 224

Diğer Meslekdışı Kitaplar » Ben Bypass Oldum » Stres ve Tansiyon


   İçki
Diabet   

 Kalp rahatsızlıkları konusunda, hemen hemen bütün kitaplarda yazılanlar, stresin çok önemli etkisi olduğu veya olabileceği konusunda toplanmaktadır. Acaba ben neden by-pass olacak bir duruma gelmiştim. Bunda stresin etkisi olabilir mi? Bu konuyu çok düşündüm. Hiç birimiz hayatımız tek düze ve heyecansız geçti diyemeyiz. Her gün çeşitli olaylar karşısında kızıyor sinirleniyor, belki de arzu ettiklerimizi tam olarak gerçekleştiremiyoruz. Bazı çalışmalar içinde, doğru veya yanlış, mücadelelere giriyoruz. Olaylar karşısında soğukkanlı kalabilme becerisini gösterenler veya olaylar karşısında vurdum duymaz olarak kalabilenler için stres etkisinin daha az olabileceğini düşünürüm.

Genelde vücut yapısı bakımından biraz toplu sayılsam da lise çağlarından beri 75-80 kg. arasında değişen bir vücut ağırlığım var ama şişman da sayılmam. Bu nedenle şişmanlık nedeniyle kalbimin hırpalanmış olma olasılığı herkeste olduğundan pek fazla değil.
 
Yine kalbi etkileyen önemli etkenlerden biri olarak 1980 yılından beri sigara içmiyorum. Fakat sigaraya da çok genç yaşta başlamıştım. 14-15 yaşlarındayken askerlerden iki paketi 5 kuruşa asker sigarası satın alır böylece, daha orta okul öğrencisi olduğumuz için sigara masraflarını ucuza mal etmeye çalışırdık. O zamanlar yaşadığımız kasabada hemen hemen her genç 13-15 yaşlarında sigaraya başlardı. Alışkanlığım 40 yaşına kadar devam etti.
 
Sigarayı tam olarak 1980 yılında bıraktım ama, o yaşıma kadar neredeyse, 25 sene, günde iki üç paket sigara içtim. Filtreli sigaralar Türkiye’de 1970' lerden sonra yapılmaya başladı. O zamanlar filtresiz olarak yapılan Yenice ve Bafra sigarasından, uzun süre içtim. Yalnız bu sigaralar filtreli olmadığı için sigara içtiğim sağ elimin işaret parmağı ile orta parmağı sarı- kahverengi bir renk alır ve boyamsı görünüş, ellerimizde kötü bir görüntü oluştururdu. İlk kez sigarayı 1970 yılında İngiltere'de bir-buçuk yıl süreyle bıraktım. O zamanlar aylık bütçemin denk gelmesi için günde bir sterlin harcamam gerekiyordu. Günlük harçlığımızdan 0.30 sterlini sadece sigaraya vermek pahalı gelmişti. Çünkü, günde bir sterlin, eşimle beraber günlük yiyeceğimiz için yeterliyken, bunun bir kısmını, yaklaşık %30'unu, sigaraya vermek o günün koşullarında ağır gelmişti. O dönemde 30 sterline İngiltere'de bir piliç satın alınabilmekteydi. Sigarayı ekonomik zorluk sonucu bırakmıştım. Sağlığım için sigarayı bıraktım diye kendimi teselli ediyordum ama, gerçek nedeni, biliyordum ki .ekonomik koşullardı. Maddi nedenlerle sigarayı bıraktım psikolojisiyle olacak, yurda dönünce, sigara içmeye tekrar başlamıştım. Daha sonra sağlık bakımından zararlı olduğunu düşünerek 1980 yılında sigara içmekten vazgeçtim. O günden beri de içmiyorum. Şimdi ise sigaradan gerçekten nefret ettiğimi söyleyebilirim. Yıllarca nasıl içtiğimi de şu an bilemiyorum. Sigarayı uzun yıllar önce bıraktığıma göre, daha sonra kalp damarlarımdaki tıkanmada ne kadar rol oynadığı konusunda hiç bir yorumda bulunamıyorum.
 
Esasında sigarayı bırakmak hiç de zor değil. Sigarayı bırakamıyorum diyenler hakkında, sigarayı bırakmaya niyetleri yok, diye düşünürüm. Sadece bir-iki hafta dayanmak gerekiyor. Hatta bir grip sırasında insan pek sigara içmek istemez. Böyle bir rahatsızlık sırasında çekilen eziyet, sigarayı bırakmaktan dolayı ortaya çıktığı belirtilen sıkıntıdan bile daha fazladır. Ben sigarayı böyle kuvvetli bir grip sırasında bir iki gün içmeyince, üç-dört gün daha içmeyeyim bakayım ne olacak derken, kısa sürede bırakmıştım. Burada biraz niyet ve gayret gerekiyor.
Seksenli yıllara kadar günde iki-üç paket sigara içmemin, koroner damarlarımın tıkanmasında ne kadar etkili olabileceği konusunda bir şey diyemeyeceğim. Etkisi de olmuş olabilir. Devamlı içki içmediğime göre alkol de bir neden olamazdı. Yemek bakımından ise sağlıklı sayılabilecek gıda almaya tüm hayatım boyunca imkanlarım yeterli oldu sayılır. Hele çok meraklı ve başarılı bir oltacı olmam nedeniyle, evliliğimden beri buz dolabımız devamlı olarak kendi avladığım balıklar ile dolu olmuştur. Hatta çocuklarım eve devamlı balık avlayarak getirmem nedeniyle olsa gerek bu gün balıktan pek hoşlanmıyorlar. .Neredeyse onları bıktırmışım diye bazen üzülüyorum. O zaman gıda rejimimin kalp rahatsızlığı yapmayacak bir özellikte olduğunu yazabiliyorum. Böylece geriye, önemli bir etken olarak stres kalıyor.
Gerçekten stresli bir yaşam benim rahatsızlığımın sebebi olabilir mi? Mümkündür. Çünkü gerek hobilerim gerekse iş hayatım tam bir koşuşma ve stres içinde geçmişti. Olayların farkında bile olamamıştım. Hep koşuşturmaktaydım. Şu an bile acaba yine böyle mi davranıyorum diye düşünüyorum. Acaba ben stres yaratabilecek olayları kendim mi yaratıyorum diye zaman zaman kendi kendime soruyorum. Bu soruya samimiyetle yanıt bulmaya çalışacağım. Eğer doğru ve gerçek bir cevap bulabilirsem, stresin kalp rahatsızlığına yakalanmamda önemli bir etken olabileceğini düşünebileceğim.
Kendimi bildim bileli heyecanlı ve telaşlı bir karakterim vardır. Aklıma taktığım bir konuyu mutlaka tamamlamalı ve çözmeliyim. Yukarıda değindiğim gibi acaba şu an bile kendime bir iş mi yaratıyorum. Belki de öyle. Fakat mizacım hiç bir zaman boş oturmama imkan vermedi. Örneğin şimdi Bodrum'da tatildeyim. Tatil yapacağım diye üniversite ile ilgili veya diğer ders kitapları çalışmalarımla ilgili hiç bir dökümanı yanıma almadım. Eşim şu an bilmece çözerken, ben de bu satırları karalıyorum. Acaba doğru mu yapıyorum yoksa yanlış mı? ama rahat olduğumu da söyleyebilirim. Bu yazdıklarımla da iyi vakit geçirdiği mi ve mutlu olduğumu düşünüyorum. 
Acaba öyle mi? Benim yaşam tarzım böyle davranmama neden oluyor ama, iş hayatımdaki stresli konularla uğraşırken kalbim bundan zarar görmüş olamaz mı? Gençlik hayatımda pek çok mesleki mücadelelerim ve zorlu çabalarım oldu. Bu mücadelelerim ve diğer kişisel bazı sorunlarımın elimde olmadan kalbimi yormuş olması söz konusu olabilir mi? Hayatımda stres kaynağı olan yaşadığım bazı olaylar kalbimi etkilemiş olamaz mı? bu mümkündür diye düşünüyorum. Çünkü kalp ağrıları konusundaki ilk sıkıntılarımı 1979 yılı Nisan-Mayıs aylarında hissetmiştim. O zamanlar duyduğum bazı sık sıkıntıların tam olarak kalp ile ilgili olduğunu pek düşünememiştim ama şimdi bunu çok iyi anlıyorum. Hatta doktora bile gitmiştim ama gençliğin verdiği güç ile sıkıntılarımın psikilojik nedenlerle olduğu inancı ile olayları geçiştirmiştim.
 
Bir kaç kez dile getirdiğim gibi 1979 da çektiğim sıkıntılar, 1994 yılında by-pass olmadan önceki günlerde hissettiğim rahatsızlıklar ile aynıydı. Fakat 1980 yılının ocak ayında yirmi gün süreli bir Hindistan seyahatim olmuştu. Bu seyahatte her gün dört-beş saat yürümüş, Türkiye deki olaylardan uzak kalmış, beynim yeni olaylar ve gezme ile rahatlamış ve gezme nedeniyle çok bol ve uzun yürüyüşler yapmıştım. Hindistan yemeklerine de kısa sürede alışmak mümkün olmadığından her gün nerede ise bir kg muz yiyerek, yemeklerimi muz ile takviye ederek, aç kalma sorunumu çözmüştüm. Hindistan seyahatinden döndükten sonra tüm sıkıntılarım ve kolumdaki kasılmalar geçmişti. Şimdi anlıyorum ki, potasyumca çok zengin olan muz kürü, uzun yürüyüşler ve farklı bir ortam biraz tıkalı olan kalp damarlarımı açmıştı.
1979 yılında hissettiğim sıkıntıların nedenleri de vardı. Bu dönemlerde profesörlük konuları nedeniyle o zamanki sağ sol kavgalarının içerisinde hiç istemediğim polemiklerin ortasında kalmıştım. Özellikle aynı yıl babamın ölümü, hiç beklemediğimiz bir anda olmuş ve duyunca, sanırım, büyük bir şok yaşamıştım.
Şöyle ki 16 Mart 1979 günü öğleye doğru babam beni aramıştı. Her gün akşama kadar okulda çalıştığım için babamın beni gün ortası çağırması nadiren olan bir olaydır. Annemin biraz rahatsız olduğunu ve onu Bornova'ya hastaneye kontrole götürmemi istiyordu.
 
Öğleyin Bornova'dan babamların oturduğu Hatay semtindeki eve gittim. "Annenin kontrol için doktora gitmesinde yarar var", dedi. Öğleyin babamla bir saat kadar sohbet ettik. Ben giderken göğsüne koyduğu havluyu göstererek "göğsüm üşüyor evlat" demişti. Belki kendisi bir kalp sıkıntısı olduğunu hissediyordu ama bu rahatsızlığına alışmıştık. Zaten bu ağrıları uzun süredir devam 'ediyordu Yalnız hatırladığım bir konu var ki ölümünden altı ay kadar önce" biz bu yıl gidiciyiz evlat" demişti. İnsan yakınlarına hiçbir zaman ölümü yakıştıramıyor. Hiçbir zaman da babamın ölebileceğini o güne kadar düşünmemiştim. Hiç unutmam o gün biraz hükümet ve o günlerde yaygınlaşan anarşi olayları üzerinde konuştuk. Neyse annemi aldım ve Bornova'ya gittik. Annemi doktora gösterdikten sonra dolmuşla eve gönderdim. Saat 17 sıralarında evin kapısı çalındı. Karşımda eniştem vardı. Yüzü soluktu ve ne var dememle, başını yere doğru eğerek "Babam öldü" dedi. Şok olmuştum. Aşağıdaki arabada ağabeyimin oturduğunu görüyordum. Ah vah ile eve vardık. Hiç ölmeyeceğini sandığım babam yoktu. Gitmişti. Gerisi malum, cenaze merasimi, vs. Bu ara, babamın ölümünden kısa bir süre sonra, sanırım nisan mayıs aylarında, babamdan kalan sahil evinde işçilerle çalışırken, baba, sen bizi buraları bırakıp nerelere gittin düşüncesi kafamdan çıkmıyordu. Bu sıralarda, herkesten gizlediğim göz yaşları gözlerimden akarken ilk sıkıntıları hissettim. Hindistan'dan döndükten sonra bu sıkıntılar kesildi ve sekiz yıl süreyle hiç kriz gelmedi.
 
1988 den sonra bir olay sonucu aynı sıkıntıyı hissettim. Heyecanlı bir tip olduğumdan heyecanlanınca ve kalp atışlarım 100'ü geçtiği sıralarda aynı ağrılar gelmeye başlamıştı ama, çok seyrek oluyordu. Sadece çok heyecanlandığım anlarda ve merdiven çıkınca hissediyordum. Kendimi yormayınca bir sıkıntı m olmuyordu. Böylece 1994 yılına kadar durumu idare ettim sayılabilir. Bu dönemlerde sıkıntılı bazı olaylar da yaşamıyor değildim. Sıkıntılarım içerisinde mesleki konular olduğu kadar özel sorunlarımın olduğunu da samimiyetle ifade etmeliyim. Zaten gördüğümüz milyonlarca insanın iç duyguları ve iç sorunları konusunda hiçbirşey bilemeyiz. Böyle olunca stres yaratan olayların kalp koroner damarlarının tıkanmasında önemli etkileri olabileceğini sanırım kabul etmemiz gerekiyor. Hayatım boyunca hep telaşlı bir yaşam tarzım olduğunu yazmıştım. Doğrudur. Her zaman bir şeylerle uğraşınm. Hiçbir zaman iki ayağımı uzatarak, yatarak ve gökyüzüne boş boş bakarak uzanıp istirahat ettiğimi söyleyemem. İşte bu bir karakter yapısı. Artık bu yaştan sonra da engellemem biraz zor. Daha önce değindiğim gibi şu an tatildeyim ama, bu satırları karalıyorum. Benim de yaşam tarzım böyle işte. Yalnız şimdi olaylar karsısında daha sakin kalabiliyorum. Bir olay karşısında kalbim eskisi gibi birden 120 atmaya başlamıyor. Yürüdüğüm, hatta sıkı şekilde yürüdüğüm zaman bile kalp atışlarım 62 den en çok 100' e kadar çıkıyor veya bu atış hızına ulaşmaya gayret ediyorum. Çünkü yürüyüşlerin kalbe iyi yönde etkili olabilmesi için yürüyüşlerde kalp hızının başlangıç atış sayısına göre % 50 artmasının yararlı olduğunu öğrendim.
Şimdi hatırlıyorum ki 35- 40 yaşlarında uzun süre tansiyonlu olarak yaşadım. O zamanlar bunun önemini bilemedim. Tansiyonum olduğunu bilmeden, uzun süre kalbimin baskı altında kaldığını hissediyorum. Bu nedenle 35-40 yaşlarına gelen herkesin zaman zaman tansiyonlarını kontrol ettirmelerini ve bu konuda hiç ihmalkar olmamalarını öneririm. Çünkü insan genç iken neyin ne gibi sonuç verebileceğini tam olarak kavrayamıyor. Beden zorlanıyor ama, gençliğin verdiği güç ile bazı bedensel sıkıntıların farkına varamıyoruz.
 
Burada bende her zaman heyecan ve neşe yaratan bir konuya girerek tansiyonlu dönemlerimdeki yapım hakkında bazı görüşler ortaya koymaya ça1ışacağım. Belki de biraz detaylara da girebilirim. Çünkü biraz sonra ele alacağım olta balıkçılığı konusu herkesin ilgisini çekmeyebilir. Olta balıkçılığını sevmeyenler bu kısımları okumadan da geçebilirler. Şöyle ki hastalık derecesinde bir olta meraklısıyım. O yaşlarda akşam üzeri saat 17 sıralarında Narlıdere Sahil Evlerindeki yazlığımıza gelir ve çok acele akşam balığına çıkardım. Burada 1985'lere kadar, yaz aylarında 4-5 ay süre ile, kesintisiz her akşam gittiğimiz av yeri, bizlere çok bol balık ve güzel av verdi. Özellikle saat 17'den, güneşin gözden kaybolmasından 15-20 dakika sonrasına kadar çipura avlamak vazgeçmediğimiz bir alışkanlığımız idi. Öyle ki o zamanlar benim için yaşamak demek bu av zamanlarıydı. Allah rahmet eylesin Emin Abi isimli bir komşumuz ve ağabeyim ile ben tam bir balık avı hastası, ama boş dönmeyen çok usta avcılardık. Avcıların palavrasının çok olduğu söylenir ama, bizimkisi profesyonelce ve bilerek yapılan, boş döndürmeyen ve yılların tecrübesinin oluşturduğu bir avcılık merakıydı. Av sıraları bizler için büyük bir zevk olduğu kadar önemli bir ruhsal dinlenme zamanıydı. Çünkü av sırasında oltanın oynaması gibi çok basit ve fakat sonuçları çok güzel bir heyecan olan bir uğraşı içerisindeydik. Olta avı sırasında beyin çok iyi dinlenir. Beyinde tüm düşünceler bir kenara itilir ve sadece oltanın kımıldamasını beklersiniz. Burada alınan beyinsel dinlenme sanırım meditasyon ile eşdeğerdir. Yoğun mesaimdeki beyinsel yorgunluğu burada atmaktaydım.
 
Yalnız 1980-81 yıllarında bazı olaylar nedeniyle sıkıntılı günlerim olmuştu. İşte bu dönemde bir gün yalnız olarak ava gitmiştim. Sıkıntılı geçen bir gündü. Saat 17'den önce, biraz da erken ava gittiğimden, uzun süre balık tutamamış ve olta denizde boş boş bekliyordum.
 
İnsan uzun süre oltaya balık gelmeyince ve aniden oltaya bir balık takılınca daha fazla heyecanlanır. Uzun süren bir bekleme anında bir balığın aniden oltaya takılması, insana başka bir heyecan verir. İşte o gün de böyle oldu. Hiç beklemediğim anda oltanın birden gerildiğini hissettim. Bir balığın oltaya takılmasıyla irkilmişim. Oltada o güne kadar yakaladığım balıklara benzemeyen bir ağırlık vardı. Genelde bu yerde kullandığımız olta takımı en fazla 200-250 gr. çekebilecek donanımda olurdu. Çünkü, sonbahara yakın zamanda burada avladığımız lidakiler bu ağırlıktan fazla olmazdı. Lidaki gerçekten en lezzetli balıklardan bir tanesidir. Hele, sonbaharda kaba lidaki dediğimiz ve 120-180 gr. ağırlığında olan balıklar çok lezzetli olur ve av yerimizin verimi itibarıyla bir yazlık olan lidakileri avlarız. Doğal olarak avımızın %25'i de iri çipura olurdu ki onlarında en kabaları 300 gr. 'ı zor geçerdi.
İri bir balık yakaladığımı anlamıştım. Kocaman bir çipura olduğu gelişinden belliydi. Zokalı iğne ile balık avlardık. Kurşundan yapılmış olan zokayı civa ile ayna ile parlatır ve yem olarak, işaret parmağı büyüklüğündeki küçük canlı yengeç kullanırdık. Diğer bazı yemlerle de çipura avlanabilir ama, küçük yengeç dışındaki yemler bizim pek hoşumuza gitmezdi. Çünkü, genellikle daha yumuşak yapısı olan marnun ve sülünes ile de ava gidebilirsiniz ama, bu olta yemlerini isparoz, kaya balığı ve İzmarit gibi diğer küçük balıklar çok çabuk bozarlar ve yem hemen dağılır. Sadece çipuranın yiyebildiği biraz sert yapılı olan küçük yengeç ile çipura avını tercih ederiz. Yengece çok nadir olarak diğer balıklar da takılır. Genelde oltada balık varsa mutlaka çipuradır. Bu kez de balığın asılmasından oltaya takılan balığın bir çipura olduğu belliydi ve oldukça da iri olduğu anlaşılıyordu. Misina da ince 0.20 olduğundan çok dikkatli davranarak balığı 15-20 dakika gibi Uzun bir zamanda kayığa yaklaştırabildim ve elfanın bağlı olduğu son köstek kısmı nisbeten daha kalın ve dayanıklı 0.25 no misina olduğu için, kepçe kullanmadan, son bir gayret ve heyecanla balığı tekneye aldım.
 
Balık tekne zeminine düştüğü an öyle bir heyecan doruğundaydım ki, iki ayağım zangır zangır titriyordu. Kendimi tutamıyordum. 10-15 dakikada ancak sakinleşebildim. Aşırı titremenin heyecan ile birlikte o günkü tansiyonumun da yüksek olmasından kaynaklandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Avdan : eve dönünce tarttım ki yakaladığım balık bu bölgede yakaladığım en iri çipuralardan biriydi ve tam '550 gr. gelmişti. Yakaladığım balık kullandığım takıma göre çok iriydi. Fakat çok ince misina ile olsa da ustaca tekneye almayı başarmıştım.
 
Burada niçin bu kadar heyecanlandığımı açıklayabilmek için biraz daha detaya girmem gerektiği inancındayım. Şöyle ki genel olarak bir çok balıkçı çipura avında 0.25 numara misina kullanır. Ben ise balığın oltaya yaklaştığını, yemi kokladığını ve oltayı ağzına aldığını daha iyi hissedebilmek için, daha ince; 0.20 numara, misina kullanmayı tercih ederdim. Çünkü ince misina ile iri bir .balığın çekilmesi insana daha büyük bir zevk ve heyecan verir. Çünkü misinanın kopma tehlikesi vardır. Misinayı çok iyi kullanmaz ve balığın mücadelesine uygun kalama vermezseniz balık misinayı koparabilir ve balığı kaybedersiniz. Genelde olta takımlarında ana bedenden sonra köstek denen yarım metrelik kısım daha ince misinadan donatılır. Bu yöntem oltacılıkta genel bir kaidedir. Örneğin olta takımı 0.25 misina ise fırdöndüden sonraki kösteğin 0.20 olması önerilir. Böylece olta bir yere takılır ve koparsa daha ince olan köstek kısmından kopacağı için misina kurtarılmış olur. Bizimse derdimiz misinanın kaybedilmesi değil balığın kaybedilmemesiydi. Ayrıca balığa çıkarken ince takım kullandığımız için daima 3-4 tane yedek takımımız hazır bulunurdu. Ben ise burada tam tersini yaparak bir takım hazırlardım. Beden 0.20 iken kösteği 0.25 yapardım ki tam kayığın yanına getirdiğim balığı tekneye alırken misinanın kopmaması için önlem almış olurdum. Bizim çipura avladığımız yerde su derinliği 3-4 kulaç gibi sığdır. Çipura derin sudan da avlanabilir. Derin suda yakalanan balık olta ile çekilirken suda yükseldikçe hava kesesini hemen dengeleyemediğinden derinden kayığın yanına çekilince pek kafa atamaz. Mücadele gücü azalmıştır. Fakat sığ suda avlanan çipura gücünü hiç kaybetmez ve çok güzel bir mücadele verir. Oltanız da 0.20 gibi çok ince bir misinadan yapılmışsa balığın tekneye alınması özellikle 200-250 gr.'ı geçen balıklarda oldukça mücadeleli olur.
 
Genelde balık avında balığın iriliği avcılığın heyecanını belirten bir ölçü değildir. Mesela 0.35 no misina ile 60- 70 kulaç derinlikten 1 kg. çeken bir balığı avlamanın zevki, 0.20 no misina ile sığ bir sudan avlanan 100 gr. bir •balığı avlamaktan daha fazla değildir. Bunu oltaya merakı olanlar daha kolay anlayacaktır.
Burada balık avı zevkinin bir stres kaynağı olduğunu yazıyor değilim. Stresli bir iş hayatım olduğu için bendeki stres ve tansiyon olayının kalp rahatsızlığım üzerinde etkisi olabilir mi fikrini tartışabilmek için bu konulara girdim. Elbette ki tansiyonu yüksek bir kişi olarak olta avındaki o heyecan dalgası tansiyonumu daha da etkilemişti. Diğer normal zamanlarımda ise olta avı ile ruhen çok iyi dinlenmiş olduğumu yazabilirim. Okuldan gelip de kayığa gittiğim o saatlerde başımda bir ağırlık olurdu. Tansiyonum şimdi anlıyorum ki, o dönemlerde .çok yüksekti. Bir dönem sonra tansiyon ilacı almaya başladım. Fakat bu ilaç da bende çok fazla unutkanlık yapıyordu. O günlerde tansiyon ilaçlarımı yerinde ve gününde kullanıp kullanmadığımı da tam olarak bilemiyorum. Şimdi tansiyonlu olduğum zamanlarda hissettiğim sıkıntıları o günlerde aynen yaşadığımı hatırlayarak, o dönemlerde tansiyonlu olarak uzun süre yaşamış olduğumu daha iyi anlıyorum. Bu nedenle tansiyon üzerinde biraz daha fazla durmamın yararlı olacağını düşünüyorum.
İleri yaşlarda en çok rastlanılan rahatsızlıkların birisi de tansiyondur. Benim de tansiyon sorunum olduğu için bu konudaki bir çok kitabı okumaya çalıştım. Elbette ki diabet de olduğu gibi tansiyonun da: kontrol altında tutulması tamamiyle kişinin kendi elinde. Tıp bizlere çok güzel olanaklar sunuyor. Tansiyon konusunda söylenenlere dikkat etmeli, doktorun tavsiyeleri kesinlikle ihmal edilmemelidir. Önerilen perhizlere uymak ve verilen ilaçları zamanında almak gerekiyor. Yoksa tansiyonun da faturası ani ve çok kesin olarak bazı kötü sonuçlar doğurabiliyor.
Benim rahatsızlığımda gençliğimde ihmal edilmiş tansiyonun etkilerinin olmuş olabileceğini düşünürüm. 1980' li yılları düşündüğümde bazı rahatsızlıklarım olduğunu ve uzun süre olaya önem vermemiş olsam da tansiyon ilaçlan kullandığımı biliyorum. Bir önceki bölümde stres s kısmında, tansiyonum ile ilgili bazı konulara değinmiş ve tansiyonun faturasının ani ve çok kötü sonuçlar yaratabildiğini açıklamaya çalışmıştım.
 
Bu konuda aile çevremde sonuçları çok olumsuz olan bir kaç olayla karşılaştık. Neredeyse bütün şansızlıklar sizin ailenize mi geldi diye sorabilirsiniz ama sizler de düşünürseniz neticede fani olup giden akrabalarınızın birer birer göçüp gitmeleri hep bir rahatsızlığa bağlı olarak son bulmuyor mu?
 
Herkes hayatında az veya çok bir çok rahatsızlık geçiriyor. Yakınlarınızdan işitiyorsunuz. Elbette ki benimde hayatımın % 95'i sağlıklı geçti. Şu anda kendimi çok iyi hissediyorum. Fakat aldığım bazı ilaçlarım da var. Öyle ki tansiyon haplarımı mümkün olduğu kadar az ve hatta yarım almaya çalışıyorsam da bir öğün ilacımı unutursam, örneğin akşam yemeğinden sonra aldığım tansiyon ilacımı unuttuğum zaman, saat. 22'ye doğru başım ısınmaya başlıyor ki, bunu hissettiğim an ilacımı alırım ve bir süre sonra durumum normale döner.
 
İnsanlar birgün dünyadan göçüp gidiyorlar. Her zaman "Dünya Kanuni Sultan Süleyman'a da kalmadı" sözünü kendi kendime veya toplantılarda yeri geldikçe hatırlarım veya hatırlatırım. Çok doğru bir cümledir. Her ölüm bir rahatsızlığın sonucunda meydana geldiği için her göçüşün bir hastalık hikayesi vardır ve bunların birçoğunda bazı ihmaller olduğu da gözlenir. Acaba şöyle olsaydı daha mı iyi olurdu? Eyvah perhizine hiç dikkat etmezdi, veya vah vah perhizine de çok dikkat ederdi ama, yine de gitti deriz. Yine de yaşam, bir gün, bu sona mutlaka ulaşacaktır. "Her fani ölümü tadacaktır", Bu cümle bana ait değil. Kuranda aynen yazıyor.
 
Şu an ciddi ciddi yazıyorum ama sağlık kurallarına tam olarak uyabiliyor muyum? Bazen ihmalkarım. Bazı konularda dikkatliyim ama yeterli olmadığını biliyorum. Hata yapıyorum. Bunu da biliyorum ama, yine de 'bildiğimden ve hayat alışkanlıklarımdan tümüyle vazgeçemiyorum. Şöyle bir etrafımıza bakalım. Kimler rahatsızlıklarına fazla dikkat etmiyor. Bunlardan biri de benim.
 
Tansiyon sonucu vücutta meydana gelen yıpranmalar 40-50 yaşlarından sonra daha kesin olarak ortaya çıkıyor. Yaşlandıkça olumsuz etkiler daha çok kendisini hissettiriyor. Bazı kişilerde ise yüksek tansiyon ani beyin kanamalarının en büyük nedeni oluyor. Burada artık hayatta kalmak veya ölmemek şansımıza kalıyor. Çünkü beyin kanamaları ölümcül rahatsızlıkların en başta gelenlerinden biri. Kurtulsanız da beyinde meydana gelen hasara bağlı olarak konuşamamak, hatırlayamamak vs. gibi çok olumsuz etkiler bırakıyor. Bu arazlar düzelse bile çok uzun zaman alıyor. Bazı beyin kanamalarında ihmal edilmiş tansiyon yükselmelerinin etkileri biliniyor. Bir örnek vereceğim.
Yıl 1986. O zamanlar 46 yaşındaydım. Bir gün Narlıdere'deki yazlığımızda oturuyoruz. o zamanlar Narlıdere sahil evleri halen balık tutulabilen ve fakat kirlenme etkileri hissedilmeye başlanılan bir sayfiyelik konumundaydı. Bir gün öğlen sıralarında ağabeyimin burnu aniden kanadı. Bir burun kanamasının bu kadar şiddetli olabileceğini o gün ilk defa görüyordum. Çünkü bu kanama burnun, damla damla kanaması şeklinde değil neredeyse kan, sanki bir çeşme gibi burundan fışkırıyordu. Ağabeyim parmağıyla burnunu tıkamaya çalıştıysada kanama kesilmiyordu. Neyse ki bu kanamayı durdurduk. Ben bir doktor olmadığıma göre bu kanamayı hiç bir rahatsızlığa o gün için yorumlamadım veya yorumlayamadım ama, olayı. bu gün çok daha iyi kavrıyorum. Yalnız yaptığımız ölçümle tansiyonunun o an çok yüksek olduğu anlaşılmıştı. Bu ölçümden daha yüksek bir tansiyonu vardı ki akan kan belkide rahatlatmış ve tansiyonu da düşmüş olabilirdi. 
 
Bu kanama belli ki ani bir tansiyon yükselmesi sonucu olmuştu. Ani tansiyon yükselmesi sonucu vücut kendisini korumuş ve burnu kanatarak bir iç kanamayı engellemişti. Tüm insan vücudunun mucizeler dizisiyle yaratıldığına inanırım. Burun içi kanallar en nazik yapılı damarlar ile donatılmıştı. Ani kan basıncı durumunda insan vücudunda ilk kanayan veya çatlayan damarlar burun içi damarlar oluyordu ve böylece bir sigorta görevini üstleniyordu. Yalnız bir kaç kez kanayan ve yarası kapanarak kütleşen burun damarları gelecek muhtemel kanamalarda daha sert bir yapı aldıklarından kanama güçleşebiliyordu. Yeni bir tansiyon yükselmesinde daha önce çatlayan burun damarları pek kanamayabiliyordu. Bu tür önemli burun kanamalarının bir uyarı olduğu kabul edilmeli ve burnu kanayan bir kişi ileride bir tansiyon yükselmesi durumunda burundaki damarların tekrar kanamayarak kendisini kurtaramayabilecekleri hep hatırda tutulmalıydı. Bu bir ihtardı. Tansiyonun ani yükseldi, bu sefer burun damarların sayesinde kurtuldun ama, gelecekte de olabilir, bu kez burnundan medet bekleme denilen çok önemli bir uyarıydı bu . Bu olaydan sonra ağabeyimin tansiyonuna çok dikkat etmesi gerekiyordu. Doğal olarak her burun kanamasını tansiyona bağlamamak gerekiyor. Her ciddi kanamada doktora danışmada yarar var. Çünkü burun kanamalarının, akut veya kronik iltihaplanmalar, travmalar, burun mukozası ile ilgili bazı arazlar, hava ve iklim değişiklikleri, tümörler ve başka nedenlerle olabileceğini bir kitaptan aktarıyorum.
Her halde olaya pek ciddi bakamadık. Bu herkeste görülen bir hata ama, oluyor. Bu kez aralık ayında tansiyon bir kez daha yükseliyor. Burun damarları eskisinden daha sağlam. ve kütleşmiş durumda olunca kanama bu kez beyinde meydana geliyor. Çalışma odamda otururken aniden bir haber geldi Ağabeyin beyin kanaması geçirdi dediler. Yine de şanslıydı. Çünkü beyin kanaması kürsüde bir seminer verirken hastanede olmuş ve birkaç dakika içerisinde müdahale edilerek oksijen verilebilmiş ve tüm ilgili doktorların yardımıyla ilk anda yapılabilecek tüm müdahaleler gerçekleştirilmişti. Bir bahçede veya başka bir ortamda bulunsaydı acaba bugün ne durumda olurdu onu kimse bilemez. ilk ölçümde tansiyonunun 26 olduğunu saptamışlar. Yüksek tansiyon sonucu beyin kanaması geçirmiş. Ailece tam bir şoktaydık. Burada da yüksek tansiyon pek rahatsız etmez gibi görünürken, faturayı toptan kesivermişti. 
 
O zamanlar Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde tomografi aleti yoktu. Gece saat 21 olmuştu. Tomografi için Ege Üniversitesine götürülmesine karar verilmişti. Kanamanın sonuçları saptanarak önlem alınacaktı. O zaman doktorların tüm iyi niyet ve çabaları yanında yardımcı personel eğitiminin ne kadar noksan olduğunu hissettim. Bu konudaki eğitimin tıp eğitimi kadar güçlü olması gerektiğine inandım. Aralık ayı. Gece olmuş. Dışarısı buz gibi. Bir kaç kişi ağabeyimi dışarıya bahçeye çıkarmışlar. Ambulansa almak için bekliyorlar. Belki bir kaç dakika veya 3-5 dakika kalacak. Fakat bana saniyeler saatler gibi geliyor. Ağabeyimin ağzına oksijen tüpü bağlı. Ayrıca serum bağlamışlar. Fakat ağabeyim sedye üzerinde üst kısmı tamamıyla çıplak, soğukta bekletiliyordu. Yanındaki hastabakıcıya çabuk arabaya alın baygın yatan ağabeyim bu kez soğuktan ölecek diyorum. Adam sanki benimle dalga geçer gibi. "Hiç bir şey olmaz" diyerek oyalanmaya devam ediyordu. Telaşla ceketimi çıkarıp üzerine örtüyorum. Neyse tomografiye gitti geldi. O gün gelişen teknolojinin büyüklüğünü de anladım. Beyin kanaması olmuş ve kan toplanmış yer, tomografi ile çekilen fılmde çok net bir şekilde gözleniyordu. Beyinde iki adet nohut büyüklüğünde simsiyah nokta görünüyor. Aksilik, kanamanın beynin iç kısmında olduğunu söylüyorlardı. Kanamanın beyin suyuna ulaşmadığı ve beyin suyunda kansız şeffaf bir şekilde olduğu görülüyordu. Bu kötüye işaretti. Çünkü kanama iç bölgede kalınca beyine olan baskı devam ediyor anlamı çıkıyordu ki bu durum beyindeki bir çok merkezin tahribata uğraması demekti. Yaşasa bile, artık kalıcı sonuçları ne olur bilinemezdi. Eğer beyin suyunda bulanma görünseydi beyin içi basıncın biraz düşmüş olabileceği söyleniyordu. Ağabeyim bu hastanede profesör olduğu için onu seven bütün hocalar oradaydı. Ege Üniversitesi'nden de bir çok profesör gelmişti. Beyin hastalıklarıyla ilgili bazı hocalar ölecek diyorlardı. Bir ara ağabeyimin de arkadaşı ve beyin cerrahı olan Metin Bey isimli hocamız "Beyni açalım ve dren koyalım" diyordu. Bu konuda aralarında konuşuyorlardı. Bunlar benim bildiğim konular değildi. Bana sorar gibi oldular. "Ben anlamam ne gerekiyorsa lütfen yapın, hiç çekinmeyin, elimizde veya masada kalır diye de korkmayın" dedim.
 
Yukarı kata çıkardılar ve yarım saat sonra geri döndüler. Cerrah hocamız bile ümitsizce bakıyordu. Ne var dediğimde; "Dren koyduk ama beyin suyunda kan görülmüyor" dedi. Kanama halen iç kısımda ve baskı devam ediyor diyordu. Olumsuz bir durumdu. Ağabeyimi içeriye yoğun bakıma almışlar ve artık hiç bir kimseyi de odasına almıyorlardı.
Bizler ailece çaresiz dışarıda bekliyorduk. Herhalde pek çoğumuz bir yakınımız için hastane kapılarında beklemişizdir. Hepimizin bu konularda hikayeleri olduğunu sanırım. İçeriden çıkan doktorlardan ümitli bir haberin beklenildiği dakikalar. Ağabeyim içeride emin ellerdeydi, bizlerin de yapacağı bir şey yoktu.
 
Gece 01’e doğru eve döndük Yattım yatmadım bilemiyorum, gece 04'e doğru tekrar hastaneye gittim. Hayattaki en zor anlarımdan biridir. Kötü bir haber olsa nasıl olsa bize hemen ulaşırdı O halde yaşıyor diyerek hastaneye yaklaşıyorum ama, içim çok ezik. Düne kadar sapasağlam olarak bildiğimiz ağabeyim komada yatıyordu. Ayaklarımı nerede ise sürüye sürüye kapıya yaklaştım. Bir telaş veya hareket yoktu, bu olumlu bir işaretti. Yoğun bakım odasına yaklaştım. Beyin suyunda kan bulanması görüldü ve şu an yaşıyor dediler. Beyinde baskı azalmış olmalı ama bilinmez diyorlardı. Derin nefes aldığımı hatırlıyorum. Neyse günler geçti. Tam hatırlamıyorum ama on-onbeş gün sonra kendine geldi. Hastanede çok iyi ve ihtimamla baktılar. Tekrar geriye döndü ve tansiyona bağlı oluşan beyin kanamasını da böylece atlatmış olduk. Şimdi sağlıklı. Yalnız her zaman bu kadar şanslı olunamıyor. Yine bir tanıdığımız var, beyin kanaması sonucu halen yaşıyor ama konuşma yeteneğini kaybetmiş bulunuyor.
 
Beyin kanaması sonucu bir çok kişi vefat ettiği gibi, felç geçirenler ve ömürlerini felçli olarak geçirenler de var. Geçenlerde gazetede yazıyordu. Türkiye'de her yıl 125 bin dolayında beyin krizi (Beyanatı veren Profesör 'beyin krizi tabirini kullandığı için aynen yazdım.) görülüyormuş. Bu hastalardan % 34' ünün 6 ay içinde vefat ettikleri kaydediliyordu. Beyin kanamalarının % 65'i ise tansiyon nedeniyle oluşuyormuş. Buradan da anlaşılacağı gibi" beyin kanamasının en önemli nedenlerin başında yüksek tansiyon geliyor. Beyanatı veren Sayın hocamız, beyin kanaması geçiren hastaların, % 50'sinde şişmanlık, % 47'sinde kalp, % 40'ında damar setliği, % 32'sinde sigara kullanımına rastlandığını belirtiyordu. Ayrıca, stres ve aile içi geçimsizliklerin beyin krizini arttırdığı vurgulanmış ve ani hava değişimlerinin de krizin ortaya çıkmasında etkili olabildiği kaydediliyordu. Bu arada yazımıza konu olan by-pass ile ilgili olarak da, her yıl Türkiye’de 45 bin by-pass ameliyatı olması gereken vaka olduğunu ve ancak bir yılda ülkemizde 15 bin dolayında by-pass ameliyatı yapılabildiğini öğrendim.
 
Böylece yüksek tansiyonun beyin kanaması yapma bakımından ne kadar önemli sorunlar çıkartabildiğini öğrenmiş olduk. Beyin kanaması başka nedenlerle de olabiliyormuş. Örneğin kanda oluşacak bir pıhtının beyinde küçük bir damarı tıkaması sonucu olabildiği gibi yukarıda örneğini verdiğim olayda olduğu gibi yüksek tansiyon sonucu oluşan basınç nedeniyle çok nazik olan kılcal bir beyin damarının çatlaması bile ölüm de getirebiliyordu. İnsan hayatı bir pamuk ipliğine bağlı denilen olaylardan birisi de bu olsa gerek. Benim tansiyonum var ama pek rahatsız etmiyor dememek gerekiyor. Doktorumuz ne diyorsa uygulamalı ve dikkatli davranmalıyız. Ayrıca yüksek tansiyonun etkili olduğu en önemli organımız da kalp oluyor. Devamlı baskı altında çalışan kalp yoruluyor ve neticede pek çok olumsuz sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle çağımızın rahatsızlığı olarak bilinen tansiyon konusunda dikkatli olmak sağlıklı bir yaşam için gerekli görülüyor.
 
Tansiyon by-pass hastaları için elbette ki daha da önemli oluyor. Bir tamirat görmüş olan kalbimin fazla baskı altında olması pek iyi değil. Bu konulara uymaya çalışıyorum ama, nereye kadar başarılıyım onu da bilemiyorum.
Tansiyon tedavisinin çok ciddiye alınması ve bu konudaki her önlemin ele alınmasının da ihmal edilmemesi gerektiğini önemle dile getirmeye çalıştım. Bu konuda bir çok hata yaptığımızı da kabul etmeliyiz. Önemli hatalardan birisinin de ilaç alımı konusunda olduğu gözleniyor. Örneğin Ahmet Bey'e şu ilaç iyi gelmiş ben de denesem olmaz mı? düşüncesiyle tansiyon ilacı alan insanlar tanıyorum. Belki ben de zaman zaman bu tür yollara gittiğimi sanıyorum ama, bunun çok önemli bir hata olabileceğini anlamış bulunmaktayım.
 
Tansiyon,' bir çok nedenlerle gelişebileceği için, tedavisinde de çok çeşitli ilaçlar kullanılıyor. Bir kişiye iyi gelen bir ilacın diğer bir hastaya iyi gelebileceği varsayımı hatalı sonuçlar ortaya koyabilecektir. Örneğin, bir kitapta okudum. Böbrek yetmezliği nedeni ile tansiyonu yüksek olan bir hastaya yine tansiyon düşürücü olarak kullanılan bir diüretik verilirse çok kötü sonuçlar ortaya çıkabileceği kaydediliyordu. Tansiyon tedavisinde kullanılan ilaçlar konusunda tıp bilimcileri pek çok çalışmalar yapmışlar ve çok çeşitli ilaçlar ortaya koymuşlar. ilaçların her biri çeşitli şekillerde etki ederek tansiyonun düzenlenmesinde yararlı oluyorlar. Bu nedenle kulaktan dolma bilgilerle ilaç kullanım yollarının denenmesi hiç bir şekilde düşünülmemelidir.
 
Tansiyon ilaçlarının etkilerinin farklı olduğunu bir çok yerde okuyoruz. Örneğin, bazı ilaçlar idrar söktürerek etkili oluyor. Böylece kanda sıvı oranı azalınca kan basıncı da düşmüş oluyor. Bazı ilaçlar damarları genişleterek, bazı ilaçlar ise kalp atımını yavaşlatarak kan basıncının azalmasına neden oluyorlar. Bazı durumlarda etki yönleri farklı olan ilaçlar birlikte verilerek tansiyonun düşürülmesi planlanıyor. İşte burada önemli bir konu olarak hangi ilaçların birlikte kullanılması durumunda her kişinin özelliğine bağlı olarak iyi netice alınabilir sorusuna cevap verebilecek tek kişi doktordur. Burada pek yeri olmayabilir ama, halk gözünde tansiyon bazen pek ciddiye alınmasa da bu konuda kullanılan ilaçlar oldukça komplekstir. Şöyle ki, tansiyon tedavisinde kullanılan ilaçlar 10 grupta toplanıyor. Amacım ilaçların etki mekanizması ve yan etkilerinin önemlerini de vurgulayarak, bu kadar kompleks olan tansiyon ilaçlarının alımı konusunda mutlaka doktor önderliğinde hareket edilmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktır.
Tansiyonlu bir kişi olarak tansiyon ilaçları konusunda bazı bilgiler toparlamayı arzuladım. Ancak bu konulara elbetteki tansiyonu olmayanlar ilgisiz kalacaklardır. Ben de 20 yıl evvel tansiyon konularına karşı çok ilgisizdim. İlgi duymayanlar bu kısımları okumadan geçebilirler.
 
Tansiyon tedavisinde kullanılan birinci grup ilaçlar "beta blokerler" olarak tanımlanıyor. Bu ilaçların daha çok renin (Böbrek tarafindan salgılanan tansiyon düşürücü bir enzim) salınımını inhibe ettiği, kardiak output'udüşürdüğü, SSS'den sempatik outflow'u azalttığı kaydedi1iyor. Bunları bir tıp kitabından aynen yazıyorum. Merak ederseniz anlamlarının ne olduğunu doktorunuza sorabilirsiniz. Bu grup ilaçların yan etkileri olarak şu bilgiler verilmiş. Kalp yetmezliği, astımda, periferik damar hastalarında, ve bradikardide (Kalp atım hızının yavaşlaması) kullanılmaması gerektiği, şeker rahatsızlığında kullanımında ise dikkat edilmesi gerektiği çünkü, insülin salınımını etkileyebileceği belirtiliyor. İkinci grubu teşkil eden ilaçlar ise idrar söktürerek tansiyonu düşürüyor. Bu grup ilaçların ise valum daralması, hiper ürisemi, azotomi, hiper lipidemi, hiper glisemi gibi yan etkileri olabileceği kaydediliyor. Üçüncü grubu teşkil eden ilaçlar ise periferik vazadilatlar olarak tanımlanıyor. Bu grup ilaçlar için hem .arteriel hem de venülleri genişletir kaydı konulmuş, fakat, ostostatik hipotansiyon, sodyum ve su birikimi, gibi etkileri olabileceği belirtiliyor. Dördüncü grup ilaçlar santral etkili olarak kullanılıyormuş. Bu grup ilaçların etkileri, posttransmister olarak etkili, dopa karboksilazı inhibe ettiği, SSS'den sempatik outflow'u azalttığı, bilgileri konulmuş. Yan etkileri olarak ostostatik hipotansiyon, sodyum ve tuz retansiyonu, impotans, nadiren hepatit gibi yan etkileri olabileceği belirtiliyor. Beşinci grup ilaçlar kalsiyum antagonistleri olarak tanımlanıyor. Bu ilaçların tansiyon tedavisinde ilk ele alınacak ilaçlar olmadığı ve fakat koroner arter hastalığı var ise tansiyon tedavisi için kullanılabileceği belirtiliyor. Altıncı grup ilaçlar konverting enzim inhibatörleri olarak isimlendiriliyor. Bu grup ilaçlar özellikle renin'e bağlı durumlarda kullanılıyormuş. Yedinci grup olarak preferik sempatolitikler eskiden çok kullanılırmış ama Avrupa'da bu grup ilaçların kullanımı yasaklanmış. Bu ilaçlar, halsizlik, depresyon, intihar eğilimi, peptik ülser aktivasyonu, burun tıkanıklığı, parkinsona benzer yan etkileri varmış. Ülkemizde eskiden çok kullanılan reserpin ve serpasil isimli ilaçların bu gruptan olduğu kaydediliyor. Sekizinci grup olarak sempatik nöron blokerleri şiddetli vakalarda kullanılan ilaçlarmış. Dokuz ve onuncu grup ilaçlar ise alfa adrenerjik blokerler ve ganglion blokerleri olarak tanımlanıyor.
 
Bunları niçin biraz geniş yazdım. Şu konuyu göstermek istedim ki, bazılarımıza basit gibi gelen bir rahatsızlık olarak ele alınan tansiyon konusunda bilim adamları geniş çalışmalar yapmışlar ve tedavisi konusunda birçok bulgular ortaya koymuşlar. Buna bağlı olarak da çeşitli firmalar bu gruplar içerisinde pek çok tansiyon ilacını piyasaya sunmuş bulunmaktadır. Şimdi basit bir .tansiyon bilgisi ile çeşitli yan etkileri de olabilen bu ilaçları bir doktor olmadan almaya karar vermek doğru olabilir mi? burada önemsiz gibi görünebilecek bir olayın çok ciddi sonuçlar doğurabileceği mutlaka akılda tutulmalıdır. Hele iki ilacın birlikte kullanılması gereken durumlarda doktorların bile her hasta için çok dikkatli olmaları gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca başarılı bir tansiyon tedavisi devamlı bir takip ve kontrol ile mümkün olabilir. Başarılı bir tansiyon kontrolü için, doktorla hasta arası devamlı bir bağlantı bulunması büyük önem taşımaktadır. Tansiyon ilaçları üzerinde yazdığım notlarımı, bir hata sonucu ortaya çıkan gerçek bir olayı aktararak bitirmek istiyorum. Bir yakınımız vardı. Uzun yıllar Ankara'da çalıştıktan sonra emekli olunca Ege'de bir yazlık aldılar. Haziran aylarında Ankara'dan yaz tatili için, İzmir'e geleceklerdi. Yetmiş yaşındaydı. Sapasağlam, hatta ben de onun yaşına geldiğimde onun gibi sıhhatli olabilir miyim diye bazen düşünürdüm. Tatile çıkmadan evvel bir diş çektirmesi gerekiyormuş, dişçiye bir kaç kez gitmiş ve tansiyonu yüksek olduğu için dişine çekmemişler. Bu kez her gidişimde dişimi çekmiyorlar, öyleyse ben de tansiyonumu düşürerek giderim düşüncesiyle her gün 1 adet aldığı tansiyon ilacından sabahleyin 2 tane almış. Dişçiye gitmiş ve dişini çekmişler. Akşam eve gelince ne yazık ki kapıda kaybedildi. Halbuki bu ilacın prospektisinde günde bir taneden fazla alınmamalıdır diye bir kayıt da düşülmüş. Görüleceği gibi basit bir hata insan hayatına da mal olabiliyor. Bu nedenle ilaçlar konusunda doktorunuzun önerisini almadan kesinlikle ilaç alımına gitmeyin ve doz artımı yapmayın.