Site açılış tarihi: 27 kasım 2012
Geçen ayki Günlük ort. ziyaret: .. 174
Ay içinde en yüksek ziy sayısı: .242
Geçen ayki ziyaretçi sayısı: . 5234 (Mayıs 2023)
Toplam ziyaretçi sayısı: 852 224

Özgeçmiş » Karacasu » Zurnacı Ali Efe (Yazan: Salih Alpbaz)




          (Kitap olarak 2013 yılında yayınlanmış olup kaynak gösterilerek yararlanılabilir. ) 

 
 
ZURNACI ALİ EFE
 
Yazan SALİH ALPBAZ
 
Yıl 1915. Mevsim sonbahar.
Bu mevsimde Aydın’ın Karacasu kasabası seyrine doyulmayan tabiat güzellikleri ile dolup taşar.
Kasabanın batısına gelen Karıncalı Dağı yamaçları yemyeşildi. Dağları kaplayan çeşitli kır çiçekleriyle süslenmiş, rüzgarın yaylaları yalayarak getirdiği çiçek kokuları genizleri yakıyor, insanların içlerini gıdıklıyor, bütün canlılar sanki doğanın güzellikleri ile mutluydular. Tepelerine senenin ilk kar’ı düşen doğusundaki Baba Dağı tül duvağını çıkarmaya nazlanan gelinler gibi her yanı bembeyazdı.
Karacasu kasabasını üçe bölen derecikler tatlı şırıltılarla akarak kavisler çizmekteydi, koyu gölgeler yapan kavak ve ceviz ağaçlarına tünemiş çeşitli kuşlar türlü ve tatlı ötüşleriyle bu mutlu günü kutluyorlardı.
Kasabada bu gün bir fevkaladelik var.
Uzaktan uzağa duyulan bir davul sesi bu gün kasabada olağan dışı bir olayın varlığını belirtiyordu.
Mütecessis bakışlar, fısıltılı konuşmalar davulun çalış sebebini tayine çalışıyor ve fakat esaslı bir malumat elde edemiyorlardı.
Kasabada bir düğün ve bir bayram olmadığına göre davulun devamlı çalınışı kasaba halkını derin bir meraka düşürmüştü.
Hükümet konağındaki kaymakamlık odasında Kaymakam Hikmet beyden emir alan jandarma başçavuşu sık sık sokağa fırlıyor, beş on dakika geçmeden bir kaç eşrafla kaymakamlık odasına dönüyordu.
Kaymakamlık odası ağzına kadar kasabanın ileri gelenleriyle dolmuştu. Kimse bir şey bilmiyor, gözlerinde beliren merakla birbirlerine bakıp kaymakamın bir bilgi vermesini bekliyorlardı.
Az bir beklemeden sonra Hikmet Bey’in gür sesi duyuldu
-Beyler! Ne kadar meraklandığınızı hissediyorum. Korkulacak bir şey yok. Sizlere güzel bir müjdem var. Karşılığında da sizlerden bir yardım isteyeceğim.
“Yıllardır çevreyi kasıp kavuran hükümet kuvvetlerinin bir türlü yakalayamadığı Demirci Mehmet Efe, Koca Ömer oğlu Ali Efe ve kızanları padişahtan affı şahaneye kavuştular. Bir kaç güne kadar yüze inecekler (Dağdan inecekler). Kendilerini layık oldukları şekilde karşılamak ve ağırlamak için sizleri çağırmış bulunuyorum ve yardımlarınızı bekliyorum.” demesiyle yüzlerde huzura kavuşmaktan kaynaklanan bir neşe görüldü. Herkes derin bir nefes almıştı.
Aylardır kasabayı meşgul eden ve bin bir tehlike arz eden eşkiya konusundaki bu olay halledilmiş görünüyordu.
Hazuranın hemen hepsi ikram yarışına çıkmış gibiydi. Misafirlerin hepsini evinde ağırlamak isteyenler veya misafirlerin ağırlanması için lazım olacak bütün masrafı üzerine almak isteyenler cüzdanlarına davranınca, Kaymakam Hikmet bey hayrete düşmüştü. Bu eşrafın hemen hepsini tanıyor gibiydi. İçlerinde öyle hasisleri vardı ki, ellerinden hayır işleri için on kuruş bile almak mümkün değildi.
Bu toplantıdan bir gün sonra yıllardır çevreyi kasıp kavuran, hükümet kuvvetlerinin bir türlü yakalayamadığı Demirci Mehmet Efe, Koca Ömeroğlu Ali Efe ve kızanları padişahın affına mazhar olarak yüze inmişler, Karacasu kaymakamlığına teslim olmak için gelmişlerdi. Odada kasaba eşrafı ve kaymakamlık memurları bulunuyordu. Yalnız efeler henüz silahlarını bırakmamışlardı.
Halk bu yüze inmelerden derin bir nefes almıştı. Efelerin iyi bir şekilde ağırlanması için hiç bir fedakarlıktan sakınmıyorlardı.
Her şey hazırdı. Ancak davula refakat edecek zurna bir türlü temin edilemiyordu.
Yalnız Karacasu hapishanesinde idama mahkum edilmiş Zurnacı Ali, tutulduğu hapishane penceresinden tören için zurnacı bulunması konusunda yapılan uğraşıları, dudaklarında dolaşan garip ve müstehzi bir tebessümle seyretmekte idi. Çünkü o zamanlar Karacasu park meydanında bulunan hapishane park kahvesinin karşısında bulunan evde bulunuyordu. Buradan da mahkumlar kasabada olup bitenleri çok yakından takip edebiliyorlardı.
Zurnacı Ali ikinci defa askerlikten firar ettiği için idama mahkumdur. Evrakı Denizli’dedir. İnfazın yapılacağı tarihe kadar tutulması için Karacasu hapishanesine gönderilmiştir.
Kaymakamlık odasında bulunan efeler ve kasabanın eşrafları toplanmışlar, birbirlerinden çekinen ve fakat çekindiklerini belli etmek istemeyen bu zümre mümkün olduğu kadar birbirlerine iltifat ederek sohbet ediyorlardı.
Bir gün önce hapishanedeki Zurnacı Ali’nin, jandarma kontrollünde çıkarılarak Zurna çalması Kaymakam Hikmet Bey’e önerilmiş ise de, Kaymakam bu mesuliyeti üzerine almamış ve bu nedenle zurna çalan bir kişi olmadan sadece davul ile efelerin karşılaması yapılabilmişti. Bu efelerin alışkın olduğu bir durum değildi. Bu konudan dolayı hükümet konağına gelen efeler alınmış görünüyor, pek fazla güldükleri görülmüyordu. Karşılamada Zurnacı olmamasının efeler üzerinde menfi bir etki oluşturduğu hissediliyordu. Odaya getirilen pidelerin yenilmesi sırasında Efelerden biri yanında oturan Müftü Efendi ve kasabanın eşrafından Alabaz Salih Efendiye şunları fısıldıyordu
-Hükümetin ve Karacasu eşrafının zurna temin edecek parası yoktuysa, bize haber verseydiniz de, biz lüzumlu masrafı verseydik ve sizde bir zurnacı bulsaydınız olmaz mıydı? Bizi sadece bir davulla karşılamayı yeterli mi gördünüz? Yoksa Osmanlı yine eski bildiğimiz tuzaklardan birisini daha mı kuruyor?
Salih beyin ve müftünün yüzü sapsarı olmuştu. Efenin sesinde insanın tüylerini ürperten aşikar bir tehdit duygusu seziliyordu.
Bu konuşmalar sırasında birden Koca Ömer oğlu Ali Efe Kaymakam Hikmet beye hitaben,
-Kaymakam bey halk ve hükümet bizim yüze inmemizden galiba memnun olmadılar ki davul sesi var ama zurna sesi işitilmiyor, yoksa Osmanlının niyeti başka mı? demiş ve bacaklarının arasında tutmakta olduğu mavzerini birden kucağına almıştı. Bu hareketi diğer efelerde taklit eylemişler, odadan çıkan kızanlar bir hamlede hükümet binasının muhtelif yerlerinde mevzilenerek hükümeti çevreleyen dört yolu da kontrol altına almışlardı.
Kaymakam Hikmet Bey’le diğer eşrafların yüzleri aynı anda sapsarı kesilmişti. Eşraf, Kaymakam Hikmet beyden hapishanede bulunan Zurnacı Ali’nin bir jandarma mangasının kontrolü altında zurna çalmasına müsaade etmesini istemişler ve bu suretle efelerden gelebilecek kin ve garazın durmasını Hikmet beyin uhdesine yüklemişlerdi.
Hikmet bey tecrübeli ve eski bir kaymakamdı. Dün konuya karşı çıkmıştı ama olay ciddileşiyordu. Keyfiyeti derhal düşünmüş ve eşrafın isteğini kabul ederek Zurnacı Ali’nin jandarma muhafazası altında zurna çalmasını müsaade etmesi gerektiğini kavramış ve hemen Jandarma komutanına dönerek
- Hüseyin Bey, hapishanede bulunan Zurnacı Ali’yi buraya getiriniz. Kaçmaması için lüzumlu tertibatı alınız. Kendisi ile beraber zurnayı da yanında getirmesini söylemeyi unutmayınız’ emrini vermişti.
Aradan yarım saat geçmeden Zurnacı Ali’nin geldiği görülmüştü.
Çok çalak ve kıvrak zurna çalan Ali bu gün coşmuştu. Yürekten çalıyordu. Gelmiş geçmiş zeybeklerin halk dilince bestelenmiş coşturucu zeybek havaları birbirini kovalıyor, ara yerde Aydın zeybeğine geçmesi efeleri coşturuyor, zeybekler dörtlü altılı oynuyorlar, bu oyunlara katılan mahallin delikanlılarının çağırdıkları yerli milli türküler ortalığı coşturuyordu. Ortalıktaki soğuk hava dağılmış, halk memurlar ve efeler sarmaş dolaş olmuşlardı.
Bu eğlence sırasında 4 adet jandarma Zurnacı Ali’nin çok yakınında durmuş ve herhangi bir firarı önlemeye çalışmışlardı. Fakat 4 adet jandarmanın silahları ile devamlı beklemesi efeleri biraz rahatsız etmişti. Arada bir efelerin askerlere sıkıcı bir şekilde baktıkları izleniyordu. Bunu hisseden kaymakam Jandarma komutanına askerlerin biraz uzakta durarak Zurnacı Ali’yi uzaktan kontrol etmelerini istemişti. Kalabalık nedeni ile eğlence avluya taşınmış ve meydanda davul zurna ile eğlence devam ediyordu.
O gün eğlence 5 saat kadar devam etmişti. Zurnacı Ali’de hiç bir kaçma alameti görülmemiş ve görevini çok güzel bir şeklide ifa eylemişti.
Neredeyse akşam ezanı okunacaktı ki eğlenceye son verilmişti. Zurnacı Ali’yi yanlarına çağıran efeler keselerine davranarak birer sarı altın lira vermişlerdi. Kaymakam Hikmet Bey de Zurnacı Ali’yi yanına çağırarak,
-Bizi bu gün ihya ettin. Efelerin bulunduğu müddetçe bu görevini bugünkü gibi yerine getirmeye çalış, affedilmen için Vali Rahmi Bey’e bu gün tel çekeceğim. Kaçmaya yeltenme diye tembihatta bulunmuştu.
İkinci gün eğlence devam etmiş ve Zurnacı Ali hapishaneden getirilerek zurna çalmaya devam ediyordu. Jandarmaların Zurnacı üzerindeki gözlemi de azalmış görünüyordu.
 
Karacasu da kırk ilkindi denilen ilkbahar yağmurları meşhurdur. Açık olan hava birden kararmış ve bardaktan boşanırcasına yoğun bir yağmur başlamıştı. Aniden başlayan sağanak yağmurdan kaçmaya çalışan toplulukta ani bir kargaşa olmuştu. Kasaba çarşısının Dua yeri denilen meydanlığından etrafa kaçışan halk arasından Zurnacı Ali’nin birden fırlayarak koşmaya başladığı görüldü. Askerler dur diye bağırsalar da kalabalık nedeni ile ateş edememişlerdi. Aradan yarım saat geçmemişti ki yağmur dinmişti ve halk eğlenceye devam etmek için sığındıkları yerlerden meydana gelerek toplanmaya başlamışlardı. Fakat Zurnacı Ali bir türlü bulunamamıştı. Jandarmalar sağa sola koşmuşlardı ama Zurnacının gittiği tam yolu bulamadıkları için kısa bir koşuşturmadan sonra meydana dönmüşlerdi. Zurnacı Ali bulunamamıştı. Halk arasında da Zurnacı Ali’nin kaçmış olduğu hemen duyulmuştu.
Ali nereye kadar koşmuştu bilemiyordu. Durduğu zaman kendisini Karacaören köyünün sık fundalıkları arasında bulmuştu.
Karnı da bir hayli acıkmıştı. Ekmek temin edilecek en yakın yer Yamalak köyü değirmeniydi.
Gece karanlığı her tarafı sarmış olduğundan görülme tehlikesi yoksa da çok dikkatliydi. İhtiyatla yürüyor, kısa yürümelerden sonra hem dinleniyor hem de takip eden asker olabilir mi diye etrafı dikkatle inceliyordu.
Sabaha doğru değirmene ulaşmıştı. Gün ışımaya başladığında değirmenin bacasından çıkan duman değirmencinin uyanmış olduğunu gösteriyordu. Değirmenin kapısını hızla vurdu ve aynı anda değirmenci Emin ustanın gür sesi duyuldu
-Kim o...
 
X X X
 
Aradan uzun yıllar geçti. 1950’li yıllar. O zamanlar serbest orman kesimleri yaptırıyorum. Yanımda çalışan tahtacılar ile vatandaştan satın aldığım ağaçları kestiriyor, kereste olarak dışarı pazarlıyorum. Bu işim ormanların devletleştirildiği 1955’li yıllara kadar devam etti. O zamanlar vasıta olanakları da azdı. Orman bakmaya çoğu zaman köylülerden kiraladığımız atlarla ve bazı zamanlar yayan olarak gidiyorduk. Bir kış günü akşamı Aksaz ormanlarından dönerken bastıran kar nedeni ile yolumuzu kaybettik. Birden orman içerisinde kalakalmıştık ve yönümüzü tayin edemiyorduk. Bir patikayı takip ediyor, bizi barındıracak bir yer arıyorduk.
Birden havlayan köpek sesleri arasında kalın bir ses,
-Yaklaşmayın ve olduğunuz yerde durun, yoksa canınızı yakarım ha!
 Diye bağırdığını duyduk. Kimliğimizi bildirdik. Yolumuzu kaybettiğimizi ve barınacak bir yer aradığımızı söyledik. Köpekler derhal susturulmuş ve bize patikayı takip etmemiz söylenmişti. Üstü toprak ile örtülü kulübeye vardığımızda karşımızda elinde silah tutan üç kişi karşılamıştı. Bizi içeriye buyur ettiler. Geniş bir ocakta bol bir ateş yanıyor ve bir gaz lambası odanın içini aydınlatıyordu.
Zurnacı Ali Efe’yi hemen tanımıştık. O bize güler yüzle bakıyor. ‘Albaz Salih bu vakitte buralarda ne arıyorsun?’ diyordu. O sizi korkuttu mu diye nöbetçiyi göstererek soruyor ve muzipçe gülümsüyordu.
 
Efe bizi çok iyi karşılamıştı. Yemekler yenmiş ve karnımız iyice doymuş ve kahvelerimizi içmiştik. Epey uzun güzel bir sohbet yapmıştık. Bir süre sonra Ali Efeden, efelik menkıbesini anlatmasını ve o gün zurna çalarken nasıl olup da kaçabildiğini sordum. Biraz tereddüt ettikten sonra anlatmaya başladı. Burada anlattıklarını ve daha sonra Karacasu’daki büroma ziyaret ettiğinde kendi ağzından hayatını kaleme almaya çalıştım.
 
 
 X X X
 
Anası öldüğü zaman Ali henüz bir yaşındaydı.
O gün Karacaviran köyünün Sünni kimselerinden olan Sarı Ali oğlu Mustafa’nın evinde olağan üstü bir kalabalık göze çarpıyordu. Kapının önünde bitkin bir halde bulunan Mustafa o gün yirmi beş yıllık hayat arkadaşı Hatice’sini kayıp etmiş bulunuyordu ve geriye de sekiz yaşında Mehmet ve bir yaşında Ali adlı iki yavru bırakmıştı.
Akşamın Karıncalı dağdan akseden güneş süzmeleri Dumlu sırtlarında kaybolurken Mustafa evinde iki yavrusuyla yalnız başına kalmıştı.
Mustafa hayat arkadaşı Hatice’yi bir türlü unutamıyor ve yapılan bunca tekliflere rağmen bekar kalmakta ısrar ediyor ve yavruları küçük Ali ile Mehmet’i büyütmeye çalışıyordu.
 Aradan beş yıl geçmişti. Mustafa’nın ailesine karşı gösterdiği bu sadakate hayran kalan Huriye Hanım kendisine vaki birçok evlenme taleplerini ret ediyor ve komşusu Mustafa’dan bir teklif gelmesini bekliyordu. Ve en nihayet beklediği teklif geldi ve Mustafa ile Huriye yapılan bir düğünle evlendiler.
Huriye küçük Mehmet ve Ali’ye kendi evlatları gibi bakıyor ve lazım gelen her türlü ihtimamı gösteriyordu.
Ali on üç yaşına girmiş ve yavaş yavaş babasının hizmetlerine yardıma başlamıştı. Evin on beş baştan oluşan sığırlarını otlatmaya götürüyor ve akşamları eve dönüyordu.
Küçük Ali yanık kaval sesleri ile ortalığı çınlatır ve yanık yanık türküler söylerdi.
Köyde Aksak Ahmetçe oğlu Zurnacı Hüseyin tabir edilen bir şahıs vardı. O sırada köyde Ayşe adlı karakaşlı, kara gözlü ve tatlı dilli biri vardı. Köyün bütün delikanlıları bu kıza aşık olduğu halde ve bu kıza birçok köyün ileri gelenleri talip olduğu halde zurna çalan Hüseyin’i tercih ederek Hüseyin’e kaçmıştır.
Bu hal küçük Ali’nin kafasında büyük akisler yaratmıştı. Demek ki güzel zurna çalan kimse köyün en güzel kızı yani istediği kızı alabiliyordu. Kendisi de pek yakında delikanlılık çağına girmek üzereydi.
Bu itibarla zurna çalmayı öğrenmesi gerektiğini düşündü, çalıştı ve zamanla iyi bir zurna ustası oldu. Ve daha o yaştayken kendisine akran güzel köy kızları Ali’ye karşı gülümsemeye başlamışlardı.
Ali bir gün sığırlarını otlatmaktan döndüğü zaman babasının çok ağır hasta olduğunu gördü. Köyün imamı kendisini okumuş olmasına ve köyün ebesi kurşun dökmesine rağmen Mustafa ağa yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hakkın rahmetine kavuşmuştur. O gün Ali on dört yaşındaydı.
Yirmi yaşına geldiğinde askere gitti. Fakat askerde aksi bir ermeni komutana rastlamıştı. Ermeni subay askerlere çok kötü davranıyordu ve buna tahammül edemeyen Ali bir gün askerden kaçtı. Bu kaçış ilk firarıydı. Firardan sonra Karacaviran köyüne geldiğinde köyde bulunan Şehzade Kamil Efendi kendisini ikna ederek askerlik şubesine götürdü. Burada şube kumandanıyla da konuşarak kendisinin rahat bir yere gönderileceği vaat edilmişti. Bundan sonrasını Zurnacı Ali şöyle anlattı;
İzmir‘e sevk edildim ve burada hiç düşünmediğim halde İzmir’de Seydi köyünde bulunan eski kıtama gönderildim. Bu benim canımı çok sıkmıştı ve işin daha kötüsü orada bıraktığımda bulunan aynı ermeninin emir ve kumandası altına girince deli gibi olmuştum. Kafamda hep bu ermeniyi öldürüp tekrar firar etmek geçiyordu. Ve bir gün bana bir tokat atmayı denerken onu engellerken yaraladım ve oradan kaçtım ve bu ikinci firarım oldu.
Kaçarken Aydın üzerinden önce Beydağı sırtlarında yürürken bir ses bana kımıldama dedi. Durdum. Beni yakalamışlardı. Silahsızdım. Müfreze beni yakalayarak Aydın’a götürdü. İkinci firarlar şubesine sevk edildim. Oradan da Karacasu askerlik şubesine gönderildim. Karacasu kumandanı ikinci firarıdır asılacaktır demişti ve benim yüzüme karşı “Madem ki sen askerdin ikinci defa kaçtın seni burada Karacasu askerlik şubesinin önünde kendi elime asacağım” dedi. Ve o sıralarda Karacasu’da un yoncası önünde iki eğmirli askerin firardan asılması Ali’nin aklına geldikçe tüyleri ürperiyordu. Bu nedenle mülkiye hapishanesinde mütemadiyen kaçmak için çare düşünüyordu.
     O sıralarda Sultan Reşat’ın dağdaki şakiler için umumi bir affı ilan edilmişti ve İzmir valisi Rahmi Bey de bu affı bütün ege hazasına ilan etmişti.
      Bu sebeple ege dağların da şekavet yapan Koca Ömer oğlu Ali Dualarlı Hacı Mehmet, Demirci Mehmet bu suretle Ali’nin mahpus bulunduğu Karacasu hükümet binasına aftan yararlanmak için yüze inmişlerdi. Başta da biraz anlattığımız gibi efeler yüze inince çalgıcı arıyorlardı. Bu arada hapishanedeki Ali’nin zurna çaldığını herkes biliyordu. Karacasu eşrafı kişiler önce savcıya gitmişler, savcı bizim hapsimiz değildir demiş. “Askeri hapistedir ona sorun demişler. Şube reisinin yanına varılıyor, o da idamlıktır, Denizli’de askeri divanı harpten idam kararı gelecektir, çıkaramam” demiş. Fakat efeler zurnacı gerekir diye ısrar edince her ne kadar şube başkanı kaçırmak istemem, onun için çıkaramam dese de kaymakamın ricası ile beni hapishaneden şölen yerine götürdüler. Ben de zeybeklere çalgı çalmaya başladım.
 
Ali anlatmaya devam etti.
Yıl 1331. Mart ayı olsa gerek. Ben çalgıya başladığım sırada az bir bulut vardı. Birinci gün uslu durduğumdan arkamdaki iki süngülü jandarma benden biraz uzaktı. Meydandaki halkın sayısı ise iki bin kişiden aşağı değildi. Aniden bir yağmur boşaldı. Millet ayağa kalkınca askerler beş yirmi otuz metre kadar geride kalmıştı. İşte o kargaşa arasında yani ben Ali efe cızdamı çekmiş kalabalığın içine karışıverdim. Semerciler arasından çukurhanın altında dedeler sokağına düşünce şube reisinsin evinin önünden geçerken şube reisi Yakup beyle karşı karşıya geldim. Ve ani bir hareketle hızlıca koşarak helvacı deresinden Karacaviran istikametine doğru ne kadar koştuğumu bilmiyorum. Ormana karıştığımda sanatçının en küçüğü çalgıcılık derler ama o da elimde bulunan zurnam idi. Ama beni kurtardığı için koşarken bile elimden bırakmadığım zurnamı dua ederken öpüyordum. İki gün ormanda otları yiyerek yaşadım. Ama bu şekilde yaşamanın da mümkün olmadığını görmüştüm. Kör kuyu mevkiinde hacı kırlı Süleyman ağanın çırağı İsmail’in unu öğüttükten sonra yamalak köyüne doğru gittiğini gördüm. Her hal değirmende geliyordu bende onun ters yönü yürüyerek değirmene ulaştım. Değirmenci Karacasulu Emin Usta’dan ekmek istedim bana ekmek olmadığını söyledi. Bu arada kaçarken yolda karşılaştığım şube müdürü Yakup Bey yanında hapishaneden de tanıdığım jandarma Fettah vardı ve karşılaştığımız anda beni tanımıştı ve üzerime geleceğini hissettiğim an üzerine atlayarak elindeki mavzer tüfeğini almıştım. Kaçarken de bir elimde zurna bir elimde tüfekle değirmene kadar gelmiştim. O sırada değirmende un öğütülüyordu. Değirmenci bir iş için oradan ayrılmıştı ben de bir çuval un alarak bir saat kadar dağa doğru arkamda taşıdım. Bir çamın çatağan bir yerine un dengini sıkıştırdım. Kamalı kolanla çamın kollarına bağladım. Yaban evlerinden bir yalak buldum, yalağa biraz su katarak hamur yaptım ve bunu küle gömerek ilk ekmeğimi yedim. Yoldan sığır çobanı geçiyordu sürü oldukça büyüktü. Kuzunun birini ormana doğru kovdum ve silahımı çobana doğrultarak buradan gitmesini söyledim. Korkusundan hiçbir şey söyleyemedi ikimiz ters yöne doğru yürüdük. Ve ben silahımla kuzuyu vurdum canı çıkmadan kuzuyu keserek etini unun yanına koydum. Düşüncem kuzunun etini yemekti.
      Yamalak köyünün Geneviş mahallesini eşkıya yatağı diyerek hükümet dağıtmıştı. Bu mahalleye ulaştım. Karanlıkta eşya ararken karşıdan bir kadın hayaletinin gelmekte olduğunu gördüm. Kimsin dedim. Kadın sesimden herhalde tanışmıştı ki hemen boynuma sarılmıştı. Hoş geldin Alimiz, biz senin asılacağını duymuştuk. ‘Bütün köy çok tasalandı’ diyerek bana söyleniyordu. Tanıdığım bir kadındı ama adını çıkaramadım. Ona; -Sen onları bunları bırak sana bir çuval un versem ve bir de kuzu versem bunları pişirir yamalağın üzerine getiri misin?”
-          “Hay hay getiririm” dedi.
     Unları ve kuzuyu sabahleyin ona teslim ettim. Tekrar daha döndüm. Akşam olmuş ve alacakaranlık orduya çökmüştü ve bir türlü ismini sonradan hatırladığım Fatma Ana gelmiyordu. Kadının bir türlü gelmemesinden bana kalleşlik yaptığını zannediyor kendisini artık öldürmeye karar vermiştim.
     Yamalak köyünün payanlı tepesinde bu suretle aç bilaç beklerken karşıdan küçük bir çocuğun ıslıkla mütemadiyen bana çığırmakta olduğunu gördüm. Kendisine işaret ettim. Geldi ve sordu;
     -Kaçak mısın sen amca dedi?
     Ben de kaçak olduğumu söyledim, ne yapacaksın dedim.
     Babam Çakıcı Mehmet’dir. Gencelli’den. O da arkadaş arıyordu, ondan sordum dedi.
      Çakıcıyı eskiden tanıyordum eski kulağı kesiklerdendi.
     Babasını nerede olduğunu sordum. Karşı tepeyi gösterdi. Karşıdan işaret ettim o bana işaret ettim. Ben gittim orada Çakıcının durmakta olduğunu gördüm.
Bana sualler sormaya başladı. Ben kendisine evveli emirde açlıktan ölmek üzere olduğumu ve yiyecek bir şeyi varsa onu getirmesini söyledim. Kendisi çifte silahlıydı. Yemeği yedim. Olayı anlattım. Fatma Ana’yı öldürmeye karar verdik ve köye vardık. Fatma Ana, et pişirirken kuzunun sahibi Teslimenin et kokusundan evine geldiklerini ve kendisi de tasarrufta olduğu için eti getiremediğini söyledi.
     Neyse kendisini affettikten sonra oranda ayrıldık.
      O gün oradan Dunalı yaylasından Selam ovasına geçtik. O zamanlar ramazan ayı idi. Selam ovası Keçiyurdu camisinde teravi namazı kılınıyordu. Çakıcı Mehmet bu Yörüklerde çok para olduğunu ve kendilerini bu yüzden çok para bulunduğunu ve silahlanabilmek için bu paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Caminin etrafını çevirdik. İmamın durduğu yerde kocaman bir delik vardı, hoca oradan her nasılsa beni görmüş. Mütemadiyen ayakta duruyor bir türlü secdeye varmıyordu.
      Artık işe müdahale etmek zamanı gelmişti. Kendilerine dur hocam bu namaz tamam oldu, içinizden Zilli oğlu Derviş oğlu, Mehmet dışarı çıksınlar dedi.
Çıktılar. Çadırlarına gidildi. Zilli oğlu parayı kıl yumak içerisine sararak çıkartı ve Çakıcı nöbetteydi. Dışarıya çıkınca arkadaşım Çakıcı’nın bir Yörük gelinin ırzına zorla geçtiğini görerek sinirlendim ve orada kendisini öldürdüm ve Yamalak köyünün cami duvarına asarak ırza geçenin hali budur dedim. Zaten öldürmeden önce kendisine sormuştum. Niçin kadının ırzına geçtiğini sorduğumda, sen neyliyorsun geçersem geçerim demesi ile tüfeği patlatmıştım. Ve Çakıcı orada gözlerime bakarak ölmüştü.
       Ramazanın yirmi yedinci günü idi. Eşeğin semerinin arkasındaki keçeği yarmış ve cüzdanı oraya koymuştum. Oradan ayrıldım. Yolda giderken üç dört kişi aniden beni çevirdiler ve eşeğin semerine sakladığım altınları da buldurlar ve onları kaybettim. Bazen, korkmasını da bilmek lazım. Onlar benden kalabalıktı.
     Dağda tek başıma dolaşırken Baba dağın Ağalı köyüne gittiğimde orada Tokor ve Deli Durmuş adlı iki asker firarisine rastladım. Kendileri bana arkadaş olma teklifinde bulundular. İkisinin de birer çiftesi vardı. Onlarla birlikte Karcılar köyüne giderek iki adet tüfek için elli tane fişek alındı. Oradan üç kişi Demirci Mehmet Efe’ye yataklık eden Koca İsa oğlu Musa’nın çadırına baskın verdik. Kendisinde bir miktar para aldıktan sonra bu parayı az bularak bir miktar daha para hazırlamasını tembih ederek oradan ayrıldık. Kendisine üç gün müsaade verilmişti. Aradan üç gün geçmiş olmasına rağmen parayı getirmiyordu. O sırada Gebedereli Hüseyin namında bir asker firarı daha bize iltihak etmiş ve çetemiz dört kişilik olmuştu.
      Artık Musa’nın yaptığı kalleşlik çoğalmıştı. Kendisine bir ders vermek lazım geliyordu. Birkaç defa çadırına varılmışsa da bulunamıyordu, bu nedenle baskını gündüz yapmaya kararlaştırdık.
      Ağallı’nın yanında çobanlık yapan Yörük Zeroş’a lazım gelen tembihi yaparak ayrıldık. Arkadaşım Tokur “bu adam bana hasıldır, gider ihbar eder ha” dedi. “Sen buna tembih et laf çıkarmasın” dedi. Ben de Yörük Zeroş’a tembih ettim. Musa’nın çadırının bulunduğu Babadağının Göbel yaylasına çıktık. Musa evde yine yoktu. Kardeşi Ümmet vardı. Ümmet’e sual sorarken nöbetçi olarak bıraktığımız Deli Durmuş un sesi duyuldu.
      -“Baskın var, baskın var” diye bağırıyordu. Artık başka çare kalmamıştı. Ümmet’in kardeşi Musa müfreze ile bizi bastırmıştı. Ben de Ümmet’e bir kurşun sıkarak dışarı fırladım.
     Bir süre dağlarda gezdik. Bir ara baktım ki asker bizi çevirmiş. Bir silah sesi duydum, dikkat ettim kurşun yüksekten geliyordu. Alçaktan yürümek şartı ile kurtulmanın mümkün olduğunu görünce kızanlara lazım gelen talimatı verdim “aman sürünerek yürüyün asla ayağa kalkmayın.”
     Bu müsademe sırasında karşımda bir jandarmanın bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Bir silah patlatınca jandarma silahını atarak orada bulunan Doğacallı çayına düştü ben de aynı hızda üzerine atladım. Biraz boğuştuk. Jandarmayı kıyıya çıkardım, çok mahzundu. Hayatını bağışlayarak oradan ayrıldık. Müsademe yavaş yavaş devam ederken biz de yavaş yavaş Doğacallı köyünü terk ediyorduk. Bu müsademede koca Mustafa hafif bir yara almış, biz de bu suretle baskından söküp çıkmıştık.
 
Bu hadise üzerine Buldan, Sarayköy ve Denizli müfrezesi arkamıza düşmüş ve Karacasu Karıncalı dağı ile Babadağ tarafları ve bu iki mahal arasında kalan yerleri tarayarak bizi aradıklarını duyuyorduk.
Bu durum karşısında müfrezeleri şaşırtmak için çok uzak yerlerde dolaştığımızdan çok sıkıntılı günler geçiriyorduk
Böyle olunca da o zamanlar dağda meşhur olan bazı efeler ile çalışmanın çok daha emniyetli olacağını düşünmeye başlamıştık.
İlk aklıma gelen Demirci Mehmet Efe olmuşsa da, sonradan öğrendiğime göre Koca Oğlu Musa’nın Demirci Mehmet Efe’nin yataklığını yapmış olması ve benim de Koca Musa’nın kardeşi Ümmet’i öldürmüş olduğumdan dolayı Demirci ile aramızda bir husumet başladığını artık öğrenmiş bulunuyordum.
Bu ara devamlı olarak bana Demirci Mehmet Efe’den tehdit haberleri geliyor, derimi yüzüp içine saman basacağı şeklinde haberler geliyordu.
Karacasu’nun Yenice köyünün karşısındaki balkanlarda yatmakta iken Demirci avanesi ile üstümüze çıkageldi. Biz hemen silaha davranmakla birlikte, onlarda hemen çalılar arkasında mevzilerini almışlardı. Nerede ise birbirimize ateşe başlayacaktık. Ben durun dedim ve hemen ayağa kalkarak elimde silah olduğu halde üzerlerine doğru yürüdüm. Atın silahlarınızı yere dediler. Arkamdan diğer kızanlar da gelmişti. Biz ayakta idik ve ellerimiz silahlı idi. İsteselerdi bizi vururlardı ama bizde ayaktan onları gördüğümüz için bir kaçını da biz devirirdik. Neyse silahları yere attık. Yanlarına vardık. ‘Yanlarına varınca ülen seni damdan kaçırttım. Ama sen ne yaptın. Bütün yataklarımı dağıttın’ dedi. Bende efem benim kasaba basmaya vaktim yok. Bu nedenle dağdaki ev ve bağlara basmaya mecbur kalıyorum. Ben bunun hangisinin senin yatağın olduğunu nasıl bilebilirim. Orada birer sigara içtik. Akşam olmuş gün batmak üzereydi. Karşıda sekiz yüz metre kadar bir yerde bir taş vardı. At bakalım bu taşa bir nişan dedi. Ben de efem ben askerlik yapmadım, sizin attığınızı ben göreyim de o zaman bende atayım dedim. Bunun üzerine Demirci Mehmet Efe, Sökeli Ali Efe’ye at bakalım bir kurşun dedi. Sökeli, ayaküstüne dikeldiği yerden bir kurşun attı ve taşı hemen vurmuştu. Bunu üzerine bana dönen Demirli ‘Bir de sen at Ali’ dedi. Ben de dikeldik yerden bir kurşun attım. Benim kurşun da Sökeli Ali’nin vurduğu yere aynen rast gelmişti. Bir daha at, dedi. Bir defa daha attım. Aynen yine vurduğum yerden vurmuştum. Demirci bu kez yüzüme gülerek baktı ve ben seni öldürecektim ve fakat bu atıcılığına mukabil seni arkadaş almaya mecbur kaldım dedi ve bizi de böylece yanına almış oldu.
Sökeli Ali Demirci’nin baş kızanı imiş. Sökelinin Sökeli olup bizim hepimiz Karacasu mıntıkasından olmalığımız dolayısıyla, Sökelinin bu kızan içinde birinci kızan olmasına ben tahammül edemiyordum.
Sökeli ile bir meseleden dolayı döğüş yaptık. Ben Sökeli’yi devirerek altıma aldım. O tabanca çekti, ben de aynı anda tabancamı çekmiş ve Sökeli’nin alnına dayamıştım. Bu sırada Demirci içeride uyuyordu. Kavga üzerine hemen dışarı çıkmış ve hemen yanımıza gelmişti. Bir tokat bana, bir tokat da Sökeli’ye vurarak bizi ayırdı. Ulan avanaklar diye bağırıyordu. Hükümet sizin bir dirhem etinizi arıyor, siz birbirinizi öldürüp hükümetimi güvendireceksiniz (sevindireceksiniz) diyordu. Bunun üzerine ben Sökeli’ye karşı ‘ Ulan Sökeli ya kuyruğunu apışarana alacaksın veya buradan kaçacaksın dedim. Sökeli o an kuyruğunu apışarasına almaya mecbur kaldı. (Bir nevi pes ederek susmak).
O yerden hep beraber ayrıldık. Bir süre sonra gece Çamköy’deki eski efelerden Çamköylü Koca Halil’in evine vardık. Demircinin yanında Sökeli Ali, Çamköylü kel Ali, Boyasından Kayış Ali, Boyasından Zeybek Ali, Koçarlılı İbrahim onbaşı, Nifli Hasan, Mardandan Hamzanın Ali, Seki Köyden On bir Mustafa Ali, olmak üzere dokuz kişi idi ve bizimle beraber çete on üç kişi olmuştu.
Koca Halil’in orda yemek yenildi. Sabaha karşı Çamköy’ün üzerinden Boyasının Narlıbağı’na doğru yönelmiştik ve Narlıbağı’na vararak Tahtacıların bağ evine vardık oturduk.
Boyasın ağalarından Ali Bey, bizim orada olduğumuzu haber alarak Karacasu Kaymakamı Hikmet’e muhbirlik yapmış ve biz orada iken bir müfrezenin bizi çevirdiğini gördük.
Nöbette Kayış Ali vardı. İlk sıkı patlayınca Kayış Ali vurulmuştu. Foçalı İbrahim onbaşı fırlayıp çıkmış ve o an oda vurulmuştu. Demirci bana çıkıver dedi. Öyle bir çıkış ve fırlayış yaptım ki evin arkasına çok hızlı sıçramıştım ve aynı anda bir çamın arkasına sığınarak ateşe başlamıştım. Ben ateş ederken bundan faydalanan Demirci Mehmet Efe de yanıma geldiler. Biz toplu halde ateşe başlayınca müfrezede kaçmıştı.
Boyasın üzerine kadar müfrezeyi kovaladık. Geri döndüğümüzde Kayış Ali ölmüş ve İbrahim Onbaşı da ağır yaralı bulunuyordu. Bunların ikisini de sırtımıza alarak ve sıra ile taşıyarak bir süre yürüdük ve yolda Kayış Ali’yi bilinmez bir yere gömdük. Foçalı İbrahim Onbaşı’yı da Asmalı Hasan Çavuş’un evine taşıdık. İbrahim Onbaşı, ‘Arkadaşlar ben bu yaradan öleceğim beni taşımayın bir sıkı atıverin öleyim’ diye yalvarıyordu. Hasan Çavuş’a yaralıyı teslim ettik. ‘Hasan Çavuş git Pirlibey’den Berberin Ali Efendiyi bul, o bizim tabip dir gelsin ve tedavi etsin’. Sonra Hasan Çavuş Berberin Ali Efendi’yi bulmuş getirmiş ama, her ne ilaç gerekir yapılmış ise de İbrahim Çavuş da vefat etmiş.
İbrahin Çavuş öldüğü haberi bize ulaşınca Nifli Hasan korkusundan yanımızdan kaçtı. İşittiğimize göre Nif’e gitmiş . Demirci o akşam yaptığım hareketleri çok taktir etti ve yaptıklarımdan çok memnun olduğunu söylemişti ve bana layık olduğum itibarı göstermeye başlamıştı. Her yerde beni fedai olarak Ali’m sen bilirsin diyerek teşvik ediyor, ateşli gençliğimden faydalanmaya çalışıyordu.
O dönemlerde Karacasuyu çevreleyen Karıncalı, Babadağ, Madran, Gökbel, Beydağı, Murat dağı, ve Beş parmak dağların da efeler tamamen bu bölgelere hakim durumu gelmişlerdi.
Çine’de Alaylı Molla Ahmet çetesi, Ödemiş’de Yanık Ali İbrahim, Çamlıcalı Hüseyin, Beydağı’nda Kemer Dereli Ali, İzmirli İsmail, Gökçen efe, Ceviz Dipli Mehmet, Poslu Mestan, Karıncalı’da Demirci Mehmet, Nazilli’de Dokuzun Kızanları gibi namlı efelerle beraber, ayrıca bir sürü de çalı kakıcı ve askeri firarilerle dağlar ve ovalar dolmuş ve emniyet her tarafta temamen suya düşmüş bulunuyordu.
 
Sene 1332 idi (Miladi 1914-15 yılları)
 
17. kolordu kumandanı Nurettin Paşa Aydın’a gelmiş, Aydın’da bir askeri divanı harp kurulmuş ve eşkiyanın da tenkiline yüzbaşı Cavir Bey ile Mülazım Fethi Bey memur edilmişlerdi.
Seyyar ve topla mücehhez bu kıta mütemadiyen dağları tarıyor ve güya bu efeleri yakalayabileceklerini zan ve ümit ediyorlardı.
Her tarafa hafiyeler konmuş ve daimi olarak tarassut (Takip ve gözlem)  altında tutuluyorduk. O dönemde yiyecek içecek bulmak zor değilse de ayakkabı bulmakta çok zorluk çekiyorduk. Bunun üzerine Demirci’nin emri ile öküz derisinden çarıklar yapılmıştı, fakat Egeli olan zeybekler çarık giyme usullerini bilmediklerinden giydiğimiz çarıklar çoğu zaman ayaklarımızın üzerine dolanıveriyordu. Bu bize yürürken büyük bir zorluk veriyordu.
Bu sırada ortalarda bir af sözü dolaşmaya başladı. Zira bütün cürümler af edilecek teslim olanlar askere gönderilecek idi.
Dualar’da duran ve Koca Ömer Oğlu diye anılan Manastırlı Ali, Demirci Mehmet Efe’yi yakalamak vaadiyle arkadaşı Dualarlı Hacı Mehmet ile birlikte hükümetle pazarlığa girişmişler ve teslim olduklarını öğrendik. Bu sıralarda Yazırlı’dan Habibin Ali, Dualarlı Kara İbrahim, Çerkez Reşit ile birlikte ayrı bir çete kurmuş ve etrafta dolaşarak eşkiyalık yapmakta idi.
Bir gün Habipin Ali, Demirci’ye mektup göndererek üç kişi ile barınamadığını ve müsaade ederse yanına varacağı haber gönderdi. Demirci Efe bunun üzerine Habibin Ali’ye cevap verdi. “Ali seni severim. Sen erkeksindir. Ancak konuştuğun Koca Ömer Oğlu Ali kancıktır. Seni yanıma alabilmem için efelerin aleyhine hükümetle pazarlığa girişen Ali’yi öldürmen gerekir, seni ancak o zaman yanıma alabilirim” diye haber gönderdi.
Bu sıralarda Habibim Ali yapıp geldiği soygundan Koca Ömer Ali’ye pay vermek suretiyle dostluğunu devam ettirmekte idi.
Demirci’nin mektubu üzerine Habibin Ali Koca Ömer oğlu Ali’yi bir gün kancıklayarak öldürdü. Demirci Mehmet Efe’ye “Dediğini yaptım, seni nerede bulabilirim” diye haber gönderdi. Bunun üzerine Demirci de ‘Sen erkek olsan en eski arkadaşını öldürmezdin. Sen ablan gibisin, kancıksın. Benim yanıma sakın gelme’ diye cevap göndermişti. Böylece muhtemel bir tehlikeden de kendisini korumuştu.
O sırada da Hükümet Dualarlı Hacı Mehmet’i çağırarak, siz şimdiye kadar hiç faydalı bir hizmet görmediniz ve Demirci’ye de hiç bir şey yapamayacaksınız sizi askere göndereceğiz diyor.
Dualarlı Hacı Mehmet, Demirci Mehmet Efe’nin eşi Ayşe ile akraba olması dolayısıyle Hacı Mehmet Ayşe’ye gelerek ,
- Ayşe bizi Demirci ile barıştır ve bizi Demirci’nin yanına katma çaresini düşün. dedim
Bir gün Duaların üstünde göz kayasında duruyorduk. Demirci Mehmet efendinin ailesi ekmek bohçasıyle yanımıza gelerek Aliler buraya geliniz diyerek benimle berber Sökeli Ali’yi çağırdı.
Dualarlı Hacı Mehmet benim akrabam. Bana efendinizi kandırın bunu yanına katalım dedi. Akşam üstü ben ekmek alıp geleceğim o vakte kadar bir cevap alıkoyun dedi.
O gidince Demircinin yanına vardık.
-Ne o bir şey mi diyeceksiniz?
-Evet diyeceğim.
-Söyleyin.
-Bir gün ablam geldi biliyorsun. Ablam Hacı Mehmet’in akrabası oluyor. Ablan Hacı Mehmet’i senin yanına almanı istiyor. Bize böyle söyledi. Bizde rica ediyoruz.
Demirci hemen ayağa fırladı.
-Siz ne diyorsunuz. Biz Ödemiş düzünde efem Gök Deliyi kayıb ettiğimiz zaman Bey dağında bir yere geldiğimiz zaman ayrılan iki yoldan birisine gitmemizi teklif etmiştim. Bunun üzerine Hacı Mehmet dinini koduğum Gök Deli sağken her şey soruluyordu. Şimdi Gök Deli öldü. Halen senden mi sorulacak otur oturduğun yerde seni öldürtme dedi.
Sesimi çıkarmadım. Yoksa beni öldürecekti. O gece ormanda kalmıştım. Gece yanıma gelen Dokuzun Hasan Hüseyin.
-Kaç burdan kurtul,
Dememiş olsa idi çoktan ben ölmüş olacaktım. O akşam kaçarak hayatımı kurtardım. Şimdi de bu adamı yanına al diyorsunuz, sonra bu adam yanımıza gelirse bu çete, bozar dağıtır dedi.
Bunun üzerine biz ikimiz birden, biz varken Dualarlı Hacı Mehmet değil bütün Dualar bir yere gelse yine sana bir şey yapamaz . Korkma gelsin dedik.
Bunun uzerine Mehmet Efe sesini çıkarmadı. Biz de ablaya söyledik. Abla gece Hacı Mehmet’i yanındaki Memişin İbrahim ve Hacı Osman’ın Ali ile birlikte üçünü aldı geldi.
Demirci Mehmet Efe, Hacı Mehmet ile hiç konuşmuyordu. Bizim kızanlardan birisini Hacı Mehmet’in arkasına koyduk. Madra dağında Çolak Hamza’nın Ali idi’ye  
“Ülen Ali’ dedik, işin kaydın Hacı Mehmet’i kolçaklayasın ve hissettirmeden takip edeceksin. Efe’ye bir zarar vermesin. Başka vazifen yok” dedik.
Yanımıza İbrahim Onbaşı’nın ölümünden sonra Arnavut çiftlikli Sinan da iştirak etmişti.
 
          Her tarafı takip sarmıştı ve asker her yerde bizleri arıyordu. Oturup beklemekten usanmıştık. Hepsi macera hayatı yaşayan arkadaşlar sabırsızlanıyorlar, yeni bir maceraya atılmak istiyorlardı. Bir gün umumi bir toplantı yapıldı. Basılması lazım gelen en münasip yer kale Tavas bulunuyordu. Burada hem sayılı zenginler var, hem de vaziyet müsait idi.
        1333 (1915) senesinin güz aylarıydı. Dualar üzerindeki Göz Kayası mevkiinden  kalkan on altı kişilik çete efradı, uzun bir yürüyüşten sonra sabah karşı Yahşılar köyünde Tosun’un babasının evine varmıştı. O gece ve  gündüz Tosun’un orada kalınmış ve geceleyin de Yenidere’deki Çalım Osman’ın evine gidilmiş ve geceleyin de Ebecek’teki Abdullah Ağa’nın evine varılmıştı.
Saat tahminime göre on iki sıralarında Ebecikten kalkılarak sıkı bir yürüyüşle Kale Tavas’a varılmıştı ve kasabanın içine girildi. Kılavuz karakolu gösterdi.     İçimizden ben (Zurnacı efe), Sökeli ali, Dualarlı Hacı Mehmet, Hacı Osman’ın Ali, Madranlı Çolak Hamza’nın Ali ile birlikte karakol kapısına koştuk. Karakolun kapısı kilitli idi. Karakolun karşısında yıkılmış duvarları kalmış bir toprak bina vardı. Hemen Demirci Mehmet Efe yıkıntı içine girdi. Karakolun iç basamak taş merdiveni var, orta basamağa oturdum arkam karakol kapısına doğru idi.
            Kıyımdan bir hanay evden bir adam çıktı. Öksürerek gidiyordu. Heladan çıkarken beni görür diyerek bende yıkık evin içine girdim. Demircilerin yanına girince çarşıdan doğru devriye iki jandarmanın gelmekte olduğunu gördük. Kapıyı çaldılar. Birisi bizim saklandığımız binanın önüne küçük abdestini yapıyor idi.
İçerideki arkadaşların korkularından solukları kabarmak üzere idi. Son derece heyecanlıydık. O biri kapıyı açtırdı. Su döken de vardı. Kapıdan içeriye girerken hepimiz birden karakola hücum ederek koğuşta bulunan dokuz jandarmayı teslim aldık. Bir odayı yoklamaya giderken Demirci Mehmet Efe yetişti. Benden evvel kapıyı açmış bulundu. Jandarmayı görür görmez ateş etti ise de ateş almadı. O zamanda jandarma tüfeğinin ucuyla kapıyı kapattı. Ben kenara çekilerek Demirci’ye işaret verdim. Efe kenara çekilince ben tüfeğin ucuyla kapının mandalını kaldırarak kapıyı kaktırdım. Jandarmanın kaçmak üzere olduğunu gördük. Demirci Efe tekrar ateş etmiş ise de ateş almadı ve jandarma pencereden atlayarak kaçtı. “Ali kaçtı.” Seyit dedi. Ben koştum. Jandarmayı karşıdan ateş ettim vuramadım ve jandarmada dümdüz yerde kayıp oldu.
Sonradan anladığımıza göre bir siper varmış. Sonra biraz dikkatlice bakınca bir kafanın gölgesini gördüm.
 
Ateş ettim. Kurşun yere vurmasıyle çıkan topraklar jandarmanın gözünü doldurunca jandarma “teslimim” diyerek bağırdı. Jandarmayı teslim alarak karakola götürdük ve hapsettik.
O sırada mezkûr karakolun komutanı olan ve Arap Baş Çavuş namıyla maruf karakol kumandanı “Teslim ol demek ne demek” diyerek karakola doğru koşuyordu.
        Bir dar irim başında karşı karşıya geldim ve  önümde Karacasu’lu Kahya Ahmet vardı. İki tüfek birden patladı ve aynı zamanda ikisinin kucak kucağa geldikleri görüldü.
       Karakol kumandanının çok cesur bir asker olduğu anlaşılıyordu. Tüfekle müdahale eylemek zorunda kalarak ateş ettim ve ilk kurşunu alınca aşağıya doğru koştu ve o sırada üçüncü el ateş ettim. Tüfeğini bir yere bıraktığı sırada yere yıkıldı. Koştum. Yanına vardığımda düşmüş olduğu çukur bir yerde baş aşağı dayanıp durduğunu gördüm. Ölmüştü. Tekrar geriye döndüm ve çarşıdaki soyguna iştirak ettim.
O sırada karakolda üç dört el silah patladı.
Mehmet Efe “Hadi kızanlar karakolda mühim bir şey var galiba çabuk gidin bakınız” dedi.
Karakola geldiğimde nöbetçi bıraktığımız Boyasınlı Zeybek Ali ile Kel Abdiye sordum. “Yarangümeden iki süvari geliyordu. Köprünün üstünde senin öldürdüğünü sandığın asker yaralı kalmış ve  kaçmaya çalışıyormuş. İki üç sıkı atmış isek de vuramadık.” dediler.
 Aklım başımdan fırlamıştı. Baş çavuşun öldüğünü sandığım yere koştum. Baş çavuşun inlemekte olduğunu gördüm.
 Ne yaptığını sordum “Ben ettim siz etmeyin hayatımı bağışlayın” diye yalvarması üzerine kendisine bir şey yapmayarak hemen geriye efenin yanına geldim. Olayı haber verdim. Soygun da bitmiş gibiydi.
 İki torba kadar bozuk para, gümüş para vardı. Taşımak mümkün değildi. Çarşıya saçı verdik. Hatta soyulanlar bile bu yağmaya iştirak ettiler.
 Sonra Demirci Mehmet Efe
“Bu kadar jandarmanın içinde bir tane fedakar hakiki asker vardı. Kendisi şimdi köprü başında yaralı duruyor. Çabuk onu getirin ve tedavi edin.” dedi
Daha sonra Muğla’ya doğru giden Armalı Ormanı içine dalarak Muğla’ya doğru yola koyulduk. İki saatlik bir yürüyüşten sonra güneyden tekrar geriye dönerek kuzeye doğru yol aldık. Ve akşamın alaca karanlığında Yeni Dereli Çalım Osman’ın evine yerleşmiş bulunuyorduk.
Bize bu soygunda elçilik yapan Ebecikli Hasan aynı zamanda jandarmayla da yani onyedinci kol ordunun takip subaylarına da casusluk yapıyormuş. Halbuki kendisi Kale Tavas soygununda hisse almıştı. Doğru giderek şimdi çeteyi yeni derede çalım Osman’ın evinde mevcut bulacaksınız demiş. Bu haber üzerine beş yüz kişilik bir tabur takip kuvveti yeni derenin etrafını bir saat mesafeden çember içine almış ve iç içe çemberler yapılmak suretiyle tam imhamız hazırlanmış bulunuyordu.
Bu çevirme olduğu halde ayrıca da orta yerde ormanı aramak üzere beş yüz kişilik bir tarama kuvveti hareket ettirilmişti ve müfrezenin başında Fethi beyle Cavit bey bulunuyordu. Sabah olmaya başlamış idi. Zaten çete yarı uyanık ve giyinik idi. Nöbette bulunan Hamzanın Ali’nin sesi duyuldu. “Efe asker geliyor !”. Zaten ev orman içindeydi. Hepimiz birden ormana fırladık. Ormanın güney tarafına giderken iki kilometre sonra orman arasında nokta halinde çevrilmiş olduğumuzu gördük. Vaziyet çok feci idi. Kurtulmak ihtimali hemen hemen yok gibiydi. Mehmet Efe Hacı “ne yapalım?” dedi. Hacı tecrübeli bir zeybek idi, böyle birçok hadiselerle karşı karşıya gelmişti. Mehmet “Tek çaremiz Tavas çayını aşarak tekrar kuzeye ve orada kuzey batıya gitmemiz lazımdır.” dedi.
Aynı istikameti takip ederek Tavas çayına indik. Orada askerlerin çayı çevrilmiş olduğunu gördük. Ormandan istifade ederek askerlere on adım kalıncaya dek yakınlaştık. Ve birden beş altı kişi fırlayarak
“Kimse kıpırdamasın teslim olun ve yere kapanın” dedik.
 Biz onları silah altında tutarken efe diğer kızanlarıyla karşıya atladı. O bu sefer askerleri silah altına aldı. Biz de karşıya geçtik ve ormana karıştık.
Bir kilometre sonra Mehmet Efe Hacı emmi
 “Ben çok yoruldum burada beş dakika mola verelim” dedi.
 Ben,
“Efem şu yamacı alalım molayı yamacın başında verelim” dedim.
Bana  “Sus ulen, sen ekmek yemesini bilmezsin ben çatlıyorum”  diye bağırması üzerine efelik kaidesi olarak efeye uyduk ve molaya çekildik. Henüz beş dakika geçmemişti ki askerlerin aralarında yaptıkları kesik konuşmaları duyunca  etrafımızın yeniden çevrilmekte olduğunu dehşetle hissettik.
 Hemen kaçmak üzere yerimizden kalkınca elli altmış silahın birden patladığını gördük. Kaç.maya başladık. Her birimiz zik zak yaparak süratle uzaklaşmaya çalışıyorduk. Biz oradan ormanın içinde ve yerlerde sürünerek giderken çamların kozakları kuşundan yerlere dökülmekte idi. İçimizden Dalcalı Abdullah Çavuş adlı bir arkadaşımız bu arada şaşırarak elindeki tüfeği ormana atarak namaza durmuş ve onu askerler yakalayıp götürmüşler.
 Bir kilometre kadar olan yamacın ortasına vardığımızda Zeybek Ali adıyla anılan kızan yaralandığından bahsediyorsa da artık burada yapacak bir şey olmadığını ve tepeye tırmanmanın zaruri olduğunu söyledim.
İçimizde en tecrübeli kızan olan Hacı Mehmet başındaki fesin içinden çıkardığı diğer bir fesi elinde taşıyordu. Tepeye çıkınca üst tarafı fundalık idi. Saklanmak çok güç olduğu gibi karşıdan da süvariler önümüzü kesmeye çalışıyorlardı. Hacı Mehmet fesini bir kaya üzerine bırakarak morali bozulmuş olan bizlere “Arkadaşlar korkmayın, Allah’ın dediği olur ve devamlı ateş ediniz.” dedi.
 Şiddetli ateşimiz üzerine süvariler ikiye ayrıldılar ve açılan gedikten geçerek kendimizi kurtardık ve istikamet değiştirdik. Fundalığın içinde bulunan koca bir kaya üzerine Hacı Mehmet elindeki kırmızı fesi bıraktı.
“Haydi arkadaşlar, ayağınızı çabuk tutun’ dedi. Ve oradan süratle uzaklaştık.
Bizi takip eden müfreze koymuş olduğumuz fesi görerek birbirlerine işaretle fesi abluka içine almışlar ve mütemadiyen çemberi daraltmışlar ve zeybekler burada diye düşünmüşlerdi. Ve sonra işittiğimize göre içlerinden baş çavuş bir neferiyle beraber fesin yanına atladığında “Orada kimse yok bizi aldatmışlar !” diye bağırmış durmuş.
Fetih bey bu hal karşısında, “Bunların içinde bizim gibi kol komutanları değil tümen komutanlarını taşa çıkaracak şahıslar var’’ demiş ve ben artık bu işteki aczimi anladım. “Ben bu vaziyetten istifa ediyorum” diyerek istifa etmiş.
Bu baskından kurtulurken Dualarlı Memiş’in İbrahim, Karacasulu Ahmet, Madranlı Hamza’nın Ali para torbalarını ve kaputlarını atmış kaçmışlar. Çemberden kurtulup Kavaklı belinden Baba Dağını vardığımızda Demirci Mehmet efemiz kızanları topladı.
Bu üç kişiye;
-Siz erkek misiniz? Karı mısınız? Hani kaputlarınız diye bağırıyordu.
Biz bu çemberi yarmak için çalışırken ayağımızdaki pabuçları arkamıza başlamış ve çorapla yürüyorduk. Zurnacı Ali olarak ben pabucumun birisini düşürmüştüm. Kaklı Beli denilen yerde Demirci Efe “Pabuçlarınızı giyiniz” dedi. Ben pabuçlarımı yokladım, baktım ki pabucumun teki yok. Diğer efeler pabuçlarını giymeye çalışırken ben aldırış etmiyordum. Orada biz dururken bir sığır çıbanı çıka geldi.
Demirci Efe bana
-Ali bu sığır çobanına tembih et laf çıkarmasın, dedi. Demirci Efe dağa doğru yollandı. Sığır çobanının ayağında bir çift yeni yapılmış köylü pabucu vardı. Daha üç beş günlüktü. Ona efenin dediklerini tembih ettim ve onun pabuçlarından bir tekini aldım, bir sarı lira verdim geçtim. O pabucu Sökeli Ali ayağımda gördü.
 Demirci efeye yüksek sesle bağırdı
 -Ali’nin ayağındaki pabucun birisi Çarşamba ve birisi perşembeye benziyor dedi.
Demirci de
-Sor bakalım donunu bırakıp kaçmamış mı sor. Ulan senin kızanlar para torbalarını ve kaputlarını attılar da ona gözün çarpmıyor da benim pabuca mı gözü çarpıyor? diye sor. Senin ayakabıyı kurşun mu düşürdü yoksa çalıya mı takıldı da düştü belli değil.
Efe dedi ki
 -Cin başka şeytan başka Ali, o parayı ve kaputu düşürenler başka, sen başkasın.
Bende dediğini tekrar ederek, “Ne çalı alıkoydu ne de mavzer düşürmüştür belli değil” dedim.
Dağda karın içinde gidiyoruz. Gündüz karın içerisinde keçi yayılmış. Uyuz bir keçi varmış, uyuya kalmış, keçini üstüne çıka vardık. Bu keçiyi keselim yiyelim dediler. Ben bu keçi uyuz yenmez dedim. Karacusu’lu Kaya Ahmet uyuzluk derisindedir etinde yoktur dedi. Biz üç beş arkadaş yemeyiz dedik.
Kaya Ahmet keçiyi hemen kesmişti ve ardıç ağacı dallarından yakmış olduğu ateşte etleri pişirmeye başladı. Ve uyuz diye yemeyiz dediğimiz keçi eti güzel güzel kokmaya başlayınca dayanamadık. Uyuz keçiyi yemiş bitirmiştik.
Bundan sonra çete çözülmeye başlamıştı. Arkadaşlardan Duaları Hacı Mehmet, Memiş’in İbrahim ve Hacı Osman‘ın Ali bir gece yanımızdan kaçmışlardı. İşittiğimize göre kendileri on yedinci kolordu takip müfrezesi komutanı Fethi bey’e teslim olmuşlar.
Nurettin Paşa teslim olan efeleri af edip kendilerini kır serdarı yapacağım diye yapmış olduğu ilana kanan bu arkadaşların akıbetini daha sonra göreceğiz.
Nurettin Paşa’nın af ilanını Karacasu kaymakamı Hikmet bey köylere kadar yaymıştı.
Arkadaşlarımızın bu yalana kapılarak kaçtığını Demirci Mehmet Efe artık kabul etmişti.
Demirci Mehmet Efe bunun üzerine Kaymakam Hikmet’e mektup yazarak “Yüzyüze konuşalım, Yenice köyüne gel” diye mektup yazdı.
Demirci’nin fikri yüze inmek değil Kaymakam Hikmeti kafese koyarak öldürmek idi.
Kaymakam Hikmet de bu hususu bildiği için kendi yerine o sırada belediye reisliği yapan Alabaz Salih ile eşraftan Hacı Salihzade Salih Efendi’yi ve kaymakam tahrirat katibi Çapur Şükrü’yü Yeniceye göndermişti. Yeniceli Arap Molla Mehmet’in evinde bir gece müşterek toplantı yapıldı. Demirci Efe Hikmet’in gelmediğini öğrenince planını değiştirdi.
“Ben teslim olacağım.Kaymakama selam söyleyin. Bana bir hafta müsaade etsin. Arkadaşların elbiseleri yok, düzeltip geleceğim.” dedi. Ertesi gün Karacasu heyetini uğurladıktan sonra Nazilli’nin Azizabat köyündeki Çerkez Yusuf beyin evinde toplanılmıştı.
Yusuf Beyin evinden dağa doğru giderken içimizden Arnavut Sinan, Yörük Koca Mustafa, Zeybek Ali, Madranlı Hamza’nın Ali, Kellerin Mustafa bey, Yörük Tilkatan Ahmet olmak üzere altı kişi daha kaçmışlardı.
Biraz uzaklaşınca baktık ki arkadaşlardan yedisi yok. Islık çaldık cevap veren olmadı.
Sökeli Ali, “Onlar kaçtılar” dedi.
Demirci Mehmet Efe, “Kaçmazlar” dedi.
Bunun üzerine Sökeli;
- Senin lafına mukabil fırsat bulsam ve memlekette barınabilsem ben bile kaçacağım, dedi.
 Bunun üzerine çiftlik yolundaki Asarın altına Kekevişlerin içine pusu kurduk. “Efe biz buraya niye durduk?” dedim. “Sabahleyin buradan bunlar teslim olmaya gidecekler, geçerken vuralım” dedi. “Pekala bunları burada vurduk Karıncalı dağı bu kadar uzakta. Karacaviran köyü yukarıda. Bizi arayan askerler ise çiftlikte. Biz buradan nasıl sökeriz?” dedim. “Ne olursa olsun.” dedi.
Gece bizden kaçan bu kızanlar haber göndermişler. Oradan elli kadar piyade ile yirmi kadar süvari de onları teslim almaya gitmiş.
Gün doğarak Azizabat yolundan saklandığımız yere yakın yerden mavzer atıldı. Bunlar geliyor diyerekten biz hazırlandık. Efenin emri üzerine vurmak üzere hazırlandık. Bir baktık ki gelenler bizden kaçan kızanlar değil askerler çıkmaya başlamıştı. Demircinin yüzündeki tüfek baş aşağı eğildi. Askerlerin arkasından ise bizim kaçan arkadaşlar göründü. Demircinin tüfeği halen yere bakmakta idi. Onların arkasından da on tane süvari çıktı. Geçtiler gittiler. Ben Demirci’ye sordum “Neden ateş etmedik?” dedim. “Burada ateş olur mu?” dedi. Ben tekrar sordum “Sen bunun böyle olacağını bilmedin mi?”. “Böyle olacağını hissetmedim” dedi. Orada akşamı etmiştik. Altımızda batak vardı. Mütemadiyen çömeliyorduk. Demirci Mehmet Efe adam akıllı kızmıştı. Akşam üzeri Pirlibey’in kıyısına kadar yaklaşarak Hacı Ahmet’in bahçe evinin içine girdik. Orada sorduk. “Efe ne oluyor, burada mı saklanacağız? Burada bizi kaz gibi avlarlar.” Mehmet Efe “Bizim burada kalacağımızı kimse düşünemez, bu nedenle gelen olmaz.” dedi. Altı kişi kalmıştık. “Ulen şeker Efem bir baskın olursa biz eşek ölüsünden beter ölürüz. Dağda çok tenha yerler vardır. Burada ne oluruz?” dedim. Aklı şaşırdı. Bahçe evin içine girdi oturdu. Kapısını kapattım. Sabah oldu.
Bahçıvan evinin önünde tütün vardı, ben de nöbet bekliyordum. Üç asker silahlı olarak kapının önündeki dut ağacının yanına geldiler. Demirci’yi kaldırsan dışarıdaki askerlerin haberi olacak. Demirci’yi uyandırmadım. Sökeli’yi kaldırdım. Askerler tütün kemiresini ufalayarak sigara sarıp içiyorlardı, biz de kapının yarığından bakıyorduk. Askerler kapıya doğru geldikleri takdirde vurmaktan başka çare yoktu. Çok şükür ki askerler kapıyı açmadan bırakıp gittiler. Arkasından on iki ve on üç yaşlarında iki oğlan çocuğu geldi. Baktım birisi Demirci’nin kardeşi Mestan diğeri de Sarı Mehmet’in kardeşi Şükrü idi.
Evde Demirci Mehmet Efe , Zurnacı Ali olarak ben, Sökeli Kel Abdi, Yeniceli Alayalı Ahmet ve Karacasu’lu Kaya Ahmet vardık .
Kapıyı yavaşça açtım. Çocukları çağırdım ne var ne yok Pirlebey’de dedim. Yüz kadar asker var dediler. Demirci’yi kaldırdım. “Pirlibeyin içinde ne varmış çocuklara sor” dedim. “Yüz kadar asker var Pirlibey’in içinde” dediler. Orada çocukları zapt ettik. Akşama kadar ayaküstü dikeldik. Akşam çocukları aldım. Menderesin yufka yerleri askerle pusu kurulmuştu ve fakat derin yerler boş bırakılmıştı.
Çocuklara bize pussuz yeri gösterin dedim. Giderken bir beygir öreğine rastladık. Oradan birer beygir tutalım menderesten binelim geçelim dedik.
Beygirler örek (1 Serbest dolaşan hayvan sürüsü) beygiri olduğu için bir türlü tutulamıyordu. İçlerinde ihtiyar ayağı duşaklı(2 Hayvanın iki ayağını bağlayarak yapılan köstek) ) bir beygir vardı. Onu ben yakaladım. Efe Ali “Sen bunu bana ver de sen bir daha tut” dedi. “Sen bir beygir tut veya tuttur ben vermem” dedim. Bir beygir de onlar tuttu. Vardık menderesin kıyısına çocuklara bir defa karşıya varın gelin dedik. Suyun yüzünden gidip geldiler ve fakat derinliği ölçemediler. Ben ve demirci Mehmet efe yarın kenarında hayvanın üstünde bekliyorduk benim beygirin önü alçalıyordu azıcık geriye gidiyorum yine alçalıyordu. Hal bu ise yar yakılmak üzere yarılmış. Biz karanlıkta göremiyormuşuz birden beygirle birlikte derin bir yerde  Menderese yuvarlandım. Beygirin derilerine yapıştım. Beygir iyi yüzüyordu ve zor bela  karşıya geçtik. Sırılsıklam olmuştum. Karşıdan Demirci Efe mütemadiyen derin mi yufka mı(3 alçak mı) diye soruyordu. Onlara gelin diye bağırdım ama derin olduğunu söylemedim Onlarda suya girdiler  ve  karşı taraftan Nazilli kıyısına geçtik.
 
            1333 yılı kasım ayı.
Oradan çocukları geriye gönderdik. Evindikli’ye geldik. İhtiyar bir adama rastladık ona bize bir yer bul dedik. İhtiyar Demirci Mehmet Efe’yi tanımıştı. Mehmet Efe, “Asker gündüzleri bahçe aralarını tarıyor, buraya gelmeniz mümkün değil” dedi. Efe ısrar etti. “İlle bulacaksın” dedi. Ben müdahale ettim.
“Yahu ihtiyar bak ısrar ediyor madem ki tehlike var uzaklaşalım” dedim.
 
 “Sen bilmezsin Ali” dedi. Bunun üzerine ihtiyar bir tırpan orağı ile gürün içini oydu. Gürün içi çamurdu. Altı kişi gürün içerisinde saklandık. Yer çamur olduğu için oturamıyorduk. Gece ayazdı da. Zaten ıslanmıştık. İhtiyar gürün ağzını da kapadı ve ayrıldı.
Sabah olmuştu. Hemen sesler gelmeye başladı. Bir de baktık ki bir sürü asker bahçe arasında dolaşıyordu. Demirci’nin cesareti tamamen kırılmıştı. Hemen gürün ağzındaki gediği açarak altımızda bulunan dar birime girdi. Hepimiz de arkasına düşmüştük. Askerler bizi görmeden oradaki kesiklerden birisinin, kargıların arasına gizlendik. Kargıların arasında dururken Zurnacı Ali dedi. Bir şeyler söyledi, ama kabul edilecek gibi değildi. Bu adam artık şaşırmıştı. Demirci’nin yanından kaçmak aklıma takılmıştı. Çünkü bütün hareketleri yanlış idi. Böyle gidersek, ona uyarsak ölüme gidecektik
O gün akşamı orada kaldık . Gece tekrar Menderes nehrinden karşı yakaya geçtik. Kayapınar köyünün yakınından Karıncalı dağını geçtikten sonra Tepecik’ten Akseki’nin üzerine varmıştık. Sabah oluyordu. Orada akşama kadar oyalandık.
Akşam üzeri Yeniceli Alayı Ahmet ve Karacasu’lu Kahya Ahmet benim yanıma geldiler.  “Biz kaçacağız, canımızdan bezdik. Bunun yanında durmayacağız” dediler.
            Benimde fikrim vardı ama onlara  karşı itimat edemedim.
       “Akşam üzeri bir cevap vereyim” dedim. Akşam ezanı sırasında Demirci ayağa kalktı ve biz de yanına gittik. “Kızanlar, birinci ulaşacağımız hedef Mardan’da Tahtacı Köse’nin evi” dedi. “İkinci hedefimiz Kavakdere ye giden belde bir kahve vardır. Oraya ulaşmalıyız.” dedi.
“Destur ya pir” diyerek yola koyuldu. Biz de arkasından hemen yola koyulduk. Demirci iki adım attığı yerde ben bir adım atıyor, bazen de geriye iki adım atarak mütemadiyen geriliyordum.
Demirci ile aramızda yüz adım kadar açıldı ki, arkama döndüm ve arkamdan gelen Kaya Ahmet ile Alaylı Ahmet’e
“Ulan kaçacak mısınız?” dedim.
“Evet, kaçacağız.” dediler.
“Dönün öyleyse” dedim ve birden üçümüz Demirci’nin yanından ayrıldık. Biraz gittikten sonra uzaktan taş tıkırtıları gelmeye başlamıştı. Onlar bizim yolu kaybettiğimizi zannediyorlardı. Biz bu iş üzerine Tepecik tarafına doğru koşarak uzaklaşıyorduk.
Sökeli Ali Efe, Demirci Mehmet Efe’ye “Efe bunlar kaçtı.” demiş. Demirci de  “Hepsi kaçsa da Zurnacı Ali kaçmaz.” demiş.
       Sökeli de bu laf üzerine
     “Senin yanında köpek kadar haysiyetimiz yok. Fırsat bulsam ve memlekette barına bileceğimi bilsem hemen ben de kaçacağım.” demiş. Demirci Efe de
      “Ya demek ben bu kadar kötüyüm ha!” demiş. Bunları daha sonra arkadaşlarından öğrendim.
      Demirci bulundukları yerden geriye dönerek bizi takibe başlamıştı.
O gece bizim Karacaviran’a gittiğimizi zannederek köye varmış. Halbuki biz o geceyi ormanda geçirmiştik. Yakın köylerde bizi aramayı düşünebileceğini biliyorduk.
Demirci Efe Karacaviran köyünde kendisine yataklık eden Yörük İbrahim Süleyman’ın yanına varıyor.
       Demirci Efe , İbrahim Süleyman’a ,
     “İlle de Zurnacı’yı isterim. Bana onu bul getir.” diyor.
 Akşam biz ormanlardan geçerek üç arkadaş Nargedik’e geldik. Oradan Karacasu’ya geliyorduk ki Kahya Ahmet Yazır yaylasına doğru giden yola gitmemizi istedi. Halbuki ben Dandalaz’dan Karacaviran’a çıkacak yol istikametini takip etmek istiyordum.
Kahya Ahmet denen arkadaş benim pabucumun birisinin pençesi olamazdı. Bir de baktım ki bana kafa tutmak isteyince tepem iyice atmıştı.
“Ulan sen benim emrime mi ben mi senin emrine hizmet edeceğim?” dedim.
Kaya Ahmet söylenmedi. Birşey diyemedi. Ben de onu yanımdan kovaladım ve oradan Alaylı Ahmet ile Karacaviran yoluna doğru indik.
       Karacavirana yakınlaşmıştık ve bir yolcuya rastladık.
       “Karacaviran da ne var ne yok?” dedik. “Müfreze var mı?” diye sordum
      Amacım köylünün ağzından birşeyler öğrenmeye çalışıyordum. Efenin bu köye gelme ihtimali de yüksekti. Fakat bir gece daha ormanda kalmak zor olacaktı. Yatacak yiyecek bir şeyler bulmalıydık.
      “Hayır müfreze yok, yalnız Demirci var. Yörük İbrahim evinde seni bekliyormuş.” dedi.
       Efenin orada olduğunu duyunca Efemle silahlı bir çatışma istemediğim için yolumu değiştirerek Burhaniye istikametine yöneldim.
Burhaniye kömür ocağının, Sabuncuoğlu Ukraki ismindeki Rumun ocağının üzerinden kendisine haber gönderdim. Rum bizlere ekmek getirdi. Sohbet sırasında
      “Efe arkadaş lazım mı?” dedi.
      “Hay hay” dedim “Arkadaş var mı?”
      “Var.” dedi.
      “Kim onlar?”
      “Bürhaniye’den Kavas oğlu Mehmet, Kara Ahmet oğlu Ali, Çataklı Mehmet Demir Ayak var” dedi.
      “Git bunları getir.” dedim.
       Onları da yanıma aldım. Artık altı kişiydik çete tamamlanmıştı.
       Oradan geriye dönerek Sarayköy’ün Ketenlik Tahtı köyüne vardım. Orada Tahtacı İbrahim’i buldum. Yedi kişi olmuştuk. Yedi kişi ile oradan Karacaviran’a geldim. Demirci Mehmet Efe bana kızgınlığından Yenice’den Sepetçi oğlu Mustafa Efendi ile iki kır bekçisini de öldürerek bırakıp gitmiş.
       Ben de Yenice’ye vardım. Onları bana kinaye olsun diye öldürmüş. Yenice muhtarının evinde bir kadın buldum. İzmir’den altın bozdurup getirir satarmış. Kadın hafif meşrep idi. Bizim köylerde pek orospu bulunmazdı. Bu kadını oradan aldım ve Zencili kuyuda öldürdüm.
Bu arada Yenice’den Dönmenin oğlu Kamil, Eymirli Kara Mehmet de çeteye iltihak eyledi. Böylece dokuz kişi olmuştuk. 
      Kuyucak’tan Hacı Mustafa Efendi’yi çağırttım. Karapınar köyünde bana mülaki oldu. “Bana beş tane mavzer getirteceksin. Her mavzer içinde ikiyüzelli adet de fişeng bulup getireceksin.” dedim. Tüfek başına yirmibeş altın lira verdim. Gitti ve İzmir’den ikişer yüz elli fişengi olan beş mavzer bulup getirdi. Bunları şeker sandığı içinde getirmişti.
         Bu ara Demirci Mehmed Efe arkadaş bulamıyor. Ödemişe Keleş Efe’nin yanına kızan giriyor. Tam yüze inesiye kadar yani 1334 senesine kadar Keleş’in yanında kızan olarak kalmıştır.
        Gelen mavzerleri yeni gelen kızanlara tevzi eyledim. Çetemiz tam müsesellah olarak dokuz kişi olmuştu ve on yedinci kolorduda yaptığı takiplerden bir şey çıkaramamış ve neticede kuvvetlerini alıp hakim olduğumuz dağlardan ayrılıp gitmişti.